Image Map

"İş Sağlığı ve Güvenliği" toplantısında Başbakan Ahmet Davutoğlu'na sunulan rapor

12 Eylül 2014 Cuma günü saat 14.30’da  işçi ve işveren taraflarının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bir araya gelerek işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarının değerlendirildiği toplantıda, DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun sunmuş olduğu işçi sağlığı ve iş güvenliği  raporumuz:   

İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNDE GENEL YAKLAŞIM

Değişik dönemlerde kabul edilmiş Temel İnsan Hakları belgeleri, herkesin sağlıklı ve güvenli bir işte çalışma hakkını uluslararası bir norm olarak tescil etmişlerdir. Uluslararası Çalışma Konferansı tarafından 1919 ile 2007 yılları arasında kabul edilen 188 Sözleşme ve 199 Tavsiye kararının yarısından fazlası iş sağlığı ve güvenliği konularıyla doğrudan ya da dolaylı biçimde ilgilidir.

ILO 1981 yılında 155 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Sözleşmesi ile 164 Nolu Tavsiye Kararını;   1985 yılında da 161 sayılı İş Sağlığı Hizmetleri Sözleşmesi ve 171 Sayılı Tavsiye Kararını kabul ederek dünya ölçeğinde iş sağlığı ve güvenliği alanında   mevcut olumsuzlukların  ortadan kaldırılmasına dönük daha ciddi önlemlerin alınmasının  gerekli olduğuna işaret etmiştir.

İş sağlığı ve güvenliği alanında temel olan bu sözleşmeler ışığında ILO/WHO İş Sağlığı Ortak Komitesi 1995 yılındaki 12. oturumunda iş sağlığı alanında gözden geçirilen şu tanımı belirledi:

“İş sağlığı, hangi işi yaparlarsa yapsınlar bütün çalışanların fiziksel, zihinsel ve sosyal refahlarının mümkün olan en yüksek düzeye çıkarılmasını ve burada tutulmasını; çalışma koşullarından kaynaklanan sağlık sorunlarının önlenmesini; işçilerin işleriyle ilgili olup sağlığa zararlı risklerden korunmalarını; işçilerin fiziksel ve biyolojik kapasitelerine uygun mesleki ortamlarda çalıştırılmalarını; özetle işin insana, insanın da işine uygun hale getirilmesini hedefler.”

ILO Genel Direktörü Juan  Somavia 1999 yılında Uluslararası  Çalışma Konferansı’na sunduğu ilk raporunda şöyle demişti: “Bugün ILO’nun temel amacı, kadınların ve erkeklerin, özgürlük, hakkaniyet, güvenlik içinde ve insan onuruna yakışır işlerde çalışma fırsatlarını yaygınlaştırmaktadır.’ İşte  ‘insana yakışır iş’ kavramı böyle ortaya çıkmıştır.”

1999’dan bugüne insan onuruna yakışır işin yaygınlaştırılması ILO’nun temel hedeflerinden biri olarak benimsendi. Dilimize “düzgün iş”,”uygun iş” ya da “saygın iş” olarak da çevrilen bu yaklaşım aslında insan onuruna yakışır sosyal ve ekonomik koşulların sağlanması ve çalışma ortam ve koşullarının düzenlenmesine ve geliştirilmesine dönük pek çok kriteri de kendi içinde gündeme getirmektedir.

İnsan onuruna yakışır iş,  kısaca,  “kadın ve erkek için özgürlüğün, eşitliğin, güvenliğin ve insana değer verilen koşulların sağlandığı bir ortamda saygın ve üretken iş edinme olanakları” olmasıdır.

Bunu açmak gerekirse, yeterli düzeyde gelir ve sosyal koruma sağlayan, hakların güvence altına alındığı, özgür, eşit ve onurun korunduğu, güvenli koşullar altında yapılan üretken çalışma olarak tanımlanabilir. Aynı zamanda, çalışanların ve işverenlerin örgütlü olarak temsil edildikleri ve hükümetlerin de yer aldığı bu üçlü saç ayağına dayalı sosyal diyalog mekanizması da bu çerçeveye eklenmiş olmalıdır.

Aslında daha öncesinde, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 23’te insan onuruna yakışır iş açıkça tarif edilmiştir:

*Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.

*Herkesin, herhangi bir ayrım gözetmeksizin, eşit işe eşit ücrete hakkı vardır.

*Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.

*Herkesin çıkarını korumak için sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı vardır.

Bu nedenle, insan onuruna yakışır iş, uluslararası sistemin ve ülkelerin ekonomik, siyasal ve sosyal durumlarına bir dizi öncelikleri önermektedir.

Çok kısa olarak bu kriterlere değinmek gerekirse şöyle özetleyebiliriz:

*Özgürce seçilmiş ve üretkenliğe dayalı istihdam

*Çalışmaya ilişkin hakların güvence altında olması ve uygulanması

*Çalışanın ve aile üyelerinin sosyal koruma kapsamı içinde olması

*Sosyal diyalog ve toplu temsile dayalı hakların tanınması

Uygun iş arayışında bu dört unsur birbirini destekler. Unsurlardan birinin yokluğu işin insan onuruna yakışır iş niteliğini ortadan kaldıracaktır. Uygun iş açığı bu unsurlardan birinin veya bir kaçının yokluğu olarak ele alınmaktadır.

Bu noktada istihdam ve iş sağlığı ve güvenliği arasındaki güçlü bağın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Çalışma ortam ve koşullarında sürekli bir iyileştirmenin temel yaklaşımı olarak iş sağlığı ve güvenliğine önem verilmesi, tutarlı bir çaba gösterilmesi, sadece çalışanların değil, aynı zamanda yaşanılan toplumsal yapının refahı açısından da stratejik bir öneme sahiptir.

Sağlık ve güvenliğin sürekli geliştirildiği bir sürecin çıktıları; daha fazla tatmin duygusu daha iyi ürün ve hizmetin üretilmesi ve toplumun yaşam kalitesinin geliştirilmesidir. Daha başka bir değişle ifade edecek olursak, çalışanların sağlık ve esenlik içinde olmaları bir bütün olarak sosyo-aekonomik gelişmenin sürdürülmesinin ve refahın olmazsa olmaz koşuludur.

İş sağlığı ve güvenliği alanında yeterli ve kalıcı sonuçlara ulaşabilmek için, işten kaynaklanan ya da işle bağlantılı olarak meydana gelen kazaları, hastalıkları ya da sağlıkla ilgili diğer sorunları önlemeye dönük ulusal düzeyde  sistematik bir politikanın yaşama geçirilmesi zorunludur. Tehlike ve riskleri minimum düzeye indirmeye çaba sarfedecek bu yaklaşım, kaza ve hastalıkların neden olduğu yıkımları azaltacak, iş ile ilgili ortam ve koşulları iyileştirecektir. Dolayısıyla birleşik ve tutarlı bir strateji, hem ülke açısından maddi ve ahlaki, hem de uluslararası düzeyde ciddi olumluluklar yaratacaktır.

DÜNYA VE AVRUPA’DA İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNDE MEVCUT DURUM

Çizilmiş olan çerçeve insana verilen değeri göstermesi açısından oldukça önemli olmakla birlikte, genel, bölgesel ve yerel durumlardaki somut olgulara bakıldığında, maalesef, gerçekliğin beklentilerin çok gerisinde kaldığı, ekonomik gelişmenin sosyal gelişmeyle uyumlu bir ilişki içinde olmadığını görüyoruz. Ekonomik gelişme, sosyal gelişmeyle uygunluk bağını koparırken, ortaya çıkan yararlar ve olumsuzluklar insanlar, sınıflar ve toplumlar arasında adil olmayan biçimde dağılmasına yol açmaktadır. Açıkçası ekonomik olarak yaratılmış zenginliğin önemli bir kısmı, sürece etkide bulunan, rekabet ve birikimin koşulladığı sermayenin elinde toplanmasına ve yaratılan sorunların da toplumsal yapıya mal edilmesine yol açtığı bilinmektedir.

Günümüzde on milyonlarca insan en temel haklardan yoksun bir biçimde çalışmak zorunda kalmaktadır. Yaratılan değerlerden adil bir pay alamadığı gibi, yoksulluğun ve yaratılan maddi olanaklara ulaşamamanın etkisi çok güçlü bir yıkım yaratmaktadır.

ILO’nun Küresel İstihdam Eğilimleri 2008 raporu bir göz atıldığında durumun nasıl bir olumsuz tabloyu gözler önüne serdiği görülecektir. ILO Genel Direktörünün yaptığı açıklama oldukça çarpıcıdır:

“…Küresel büyüme her yıl milyonlarca yeni iş yaratırken işsizlik kabul edilemez ölçüde yüksek düzeyde kalmaktadır ve üstelik bunun daha önce görülmeyen düzeylere ulaşma olasılığı da vardır. Dahası, işi olan insan sayısı her zamankinden daha çok olmakla birlikte, yapılan işlerin insana yakışır işler olduklarını söylemek güçtür. İşsiz olmasalar bile, çok sayıda insan, işini her an kaybedebilecek veya şevki kırılmış ‘çalışan yoksullar’ saflarında kalmaktadır.

Yine devamla, ILO’nun 2014 yılı Küresel İstihdam Eğilimleri raporuna bakıldığında;

Küresel ekonomik krizin başlangıcından 5 yıl sonra (2012 yılından itibaren) büyüme yavaşladı ve işsizlik tekrar artmaya başladı. İşgücüne katılım oranları açısından 2013 yılı itibariyle herhangi bir iyileşmenin gerçekleşmedi. Dahası, işgücüne katılmaoranları, kriz öncesi dönemin bile altında kalmış durumda.2013 yılında küresel düzeyde 62 milyon kişi daha istihdama katıldı.” ILO’ya göre, “2013 yılında önceki yıla göre yaklaşık 5 milyon kişi daha işsiz kaldı ve işsiz sayısı küresel düzeyde yaklaşık 202 milyona ulaştı. Küresel işsizlik artışının büyük bölümü, Doğu Asyave Güney Asya bölgelerinde gerçekleşti.

Mevcut yapı devam ederse, “küresel işsizlik rakamları daha da kötüleşecek ve 2018 yılı itibariyle iş arayanların sayısı 215 milyona ulaşacak. Söz konusu dönemde, her yıl yaklaşık olaraknet 40 milyon yeni iş yaratılacak. Ancak burakam, her yıl işgücü piyasasına girmesibeklenen 42.6 milyon insan için yeterliolmayacak. Dünya ölçeğinde “insana yakışır iş” (decent work) açığı çok büyük. Bölgesel farklılıklar söz konusu olsa da, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda kayıtdışı istihdam yaygı olarak devam ediyor.”

“Dünyada her 10 kişiden beşi “kırılgan” işlerde çalışmaktadır” Başka bir değişle bunlar ya ailelerinin işlerine yardım eden kişiler ya da herhangi bir koruma kapsamı içinde yer almama riski büyük, kendi hesabına çalışanlardır. Gelişmekte olan ülkeler söz konusu olduğunda bunlar büyük olasılıkla kayıtdışı sektörde çalışmaktadırlar. Dolayısıyla yapılan işlerde yoksulluk, düşük kazanç, tehlikeli çalışma koşulları ve sağlık sigortası yokluğu gibi büyük riskler gündemdedir. Görüldüğü üzere, kayıtdışılığın, iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları açısından ne denli olumsuz etkiler yarattığı ve sorunlara yapısal bir özellik kazandırdığını belirtmek gerekiyor.

ILO’nun tahminlerine göre,Küresel istihdamın %48’i, kırılgan işlerde istihdam ediliyor. 375 milyon çalışan (küresel istihdamın % 11.9’u) çalışması karşılığında günlük 1.25 $’dan; 839 milyon çalışan (küresel istihdamın %26.7’si) ise günlük 2$’dan daha az gelir elde ediyor.. Yani toplam istihdamın çok büyük bölümü yoksulluk ve sefalet içinde kıvranmaktadır.

Dünyada 12 milyonu aşkın insan kendi özgür iradelerinin dışında köle ya da köle benzeri koşullarda çalıştırılmaktadır. İnsan özgürlüğünün sınırlandığı veya bütünüyle ortadan kaldırıldığı çalıştırma biçimleri sadece gelişmekte olan ya da yoksul geri kalmış ülkelerde değil, AB ve ABD’ de görüldüğü bilinmektedir.

Diğer yandan, yine çarpıcı ve bir o kadar kabul edilemez durum çocuk işçiliği konusudur. Dünyada 300 milyonun üzerinde çocuk ekonomik olarak aktif bir durumda olduğunu ILO ifade etmektedir. 5-17 yaş aralığındaki 200 milyonun üzerindeki çocuk çalışmaktadır. Bunun içinde 126 milyon çocuk ise fiziksel, ruhsal ve zihinsel gelişimleri açısından tehlikeli işlerde çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar.

Buradan hareketle, iş sağlığı ve güvenliği çalışanların sadece işletmelerde her aşamadaki faaliyetlerini kapsamamakta, ama aynı zamanda bütün yaşamını ve toplumsal çevresini ilgilendiren bir konuya dönüşmektedir.

Bu bağlamda,  iş sağlığı ve güvenliğinin etkin uygulanabilmesi için dört temel etki alanının ortadan kaldırılması çalışanların ruhsal ve bedensel iyilik halleri için önem arz etmektedir:

*İşsizliğin yarattığı etki

İşsizlik olgusu çalışanlar üzerinde değişik sağlık sorunlarının oluşmasına yol açar. Esnek üretim ve teknolojinin kapitalist üretim ilişkilerinde işsizliğin artışına neden olduğu ve “gelecek korkusu” yarattığı bilinmektedir. “Stres, anksiyete, kalp damar sistemi hastalıkları gibi bir dizi hastalığa neden olmasının yanında, çalışanlar işsizlikle tehdit ve terbiye edilir. Fabrika dışında çürümeye terk ettiği ve çalışana ibretlik olarak gösterdiği işsiz insanlarda dahil bütün insanlığın sağlığını bozmaktadır.

*İş yoğunluğunun ve uzun çalışma süresinin yarattığı etki

İş yoğunluğunun artırılması ve çalışma süresinin uzatılması çalışanın en başta bedeninin aşırı derecede yıpranmasına neden olur. Aşırı yorgunluk, stres, dikkatsizlik, hatalı üretim, iş kazası, aile ve diğer ilişkilerinde kopukluk vb. gibi fiziksel, zihinsel ve çevresel etkileri gelecekte geri dönülemez hasarlar yaratabilir.

*Düşük ücretin yarattığı etki

Düşük ücretle çalışma, yapısı gereği çalışanların ve ailelerinin yaşam koşullarını olumsuz yönde etkileyecektir. Beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel gereksinimlerini uygun bir biçimde giderme söz konusu olamayacak ve sağlıklarında değişik olumsuzluklar yaşanabilecektir. Yoksunluk ve yoksulluk koşullarında daha fazla ücret alabilmek için çalışanlar, iş yoğunluğunu ve uzun çalışma saatlerini kabul etmeleri daha kolay olacaktır. Bu durum, çalışanlar açısından gerek işletme içi ve gerekse de işletme dışı sorunların gelişmesine ve yerleşmesinin önünü açacaktır.

*Düşük maliyetle çalışmanın yarattığı etki

İşverenler küreselleşme çağında rekabet ve birikim uğruna, işletmelerde gerçekleştirilmesi gerekli olan iş sağlığı ve güvenliği stratejisi, politika uygulamaları, risk değerlendirmesi ve çalışanların eğitimleri gibi temel önemdeki uygulamalara önem göstermemekte ve bu çerçevede yapılan işlere uygun temin edilmesi bir zorunluluk olan kişisel koruyucu donanımları çoğu zaman maliyetleri yükselttiği gerekçesiyle göz ardı etmektedirler ya da koruma özellikleri olmayan ya da çok yetersiz donanımlarla üretim sürecinin devamını sağlamak azmi içindedirler. Bu parametrelerin yokluğunda ve/veya yetersizliğinde meydana gelen iş kazaları ve meslek hastalıkları gerek çalışanlar, gerek aileleri ve toplumsal çevreleri ve gerekse de ekonomik kalkınma açısından ciddi tahribat yaratmaktadır.

Görüldüğü üzere, ekonomik büyüme tek başına ve durduk yerde insana yakışır iş olanakları yaratmadığı, var olan işlerin niteliğini geliştirmediği gibi, onları daha da enformel ilişkilerin içine çekmeye çalışarak yoksulluğun daha derin yaşanmasına neden olmaktadır. Gelişmiş ülkelerde daha az olmakla birlikte, gelişmekte olan ülkelerde yaratılan istihdamın, önemli bir kısmının enformel ekonomide olduğu herkes tarafından kabul görmektedir. Diğer yandan, uygun olmayan istihdam sorunu yalnızca enformel ekonomide kendini gösteren bir gerçek değildir, aynı zamanda kurumsal ekonomide dahi, sosyal koruma eksikliği, istihdam hizmetlerinin zayıflığı, örgütlenme ve hakların korunmasında yetersizlikler vb. uygun iş olanaklarındaki açıklara yol açmaktadır.

İş sağlığı ve güvenliği açısından ele alındığında ise, insana yakışır iş olanaklarının ne kadar yetersiz kaldığı yine ILO verileriyle açık bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Her yıl 250 milyonu aşkın iş kazası meydana gelmektedir. İşyerlerindeki tehlikeler ve çalışanların maruz kaldıkları tehlikeli maddeler yüzünden her yıl 160 milyon civarında kişi hastalanırken, mesleki hastalıklar ve kazalar yüzünden ölen işçi sayısı 2 milyona yakındır.

AB ülkelerinde İş kazaları ve meslek hastalıkları açısından açısından sorun ele alındığında, yılda ortalama 5 milyon iş kazasının yaşandığı, 5000 insanın yaşamını yitirdiği bir tabloyla karşı karşıya gelmekteyiz.

Gelişmiş ülkeler açısından olaya bakıldığında, kayıtdışı ekonomi %16’lar düzeyindedir. Dünya genelinde başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde örgütlenme ve örgütlü hak arama mücadelelerinde ciddi kayıpların yaşandığı bilinmektedir. ABD, AB ve Japonya’da sendikalaşma oranları son 25 yıl içine   %10 ila %20’lere varan oranlarda gerileme kaydetmiştir. Hal böyleyken, dünyanın geri kalan gelişmekte ve yoksul ülkelerindeki örgütlenme ve örgütlü mücadele açısından mevcut durumun ne olduğunu ifade etmek bile çok zor görünmektedir.

Aynı zamanda, sendikal örgütlenmelerin iş sağlığı ve güvenliği alanında oynadığı önemli rol herkes tarafından kabul edilmekte olmasına rağmen, sendikal yapıların giderek zayıflatılması, iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarında ciddi eksikliklerin yaşanmasına neden olmakta ve iş kazaları ve meslek hastalıklarındaki olumsuz tablonun daha da kötüleşmesinin önünü açmaktadır.

ILO’nun 2002 yılında hazırladığı Güvenlik Kültürü Raporuna göre, meslek hastalıklarının tümü ve iş kazalarının %98’i önlenebilir kazalardır.

TÜRKİYE’DE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MEVCUT DURUM VE DEĞİŞEN MEVZUAT

Ülkemiz açısından baktığımızda ise, insan onuruna yakışır iş bakımından tablo ciddi bir iç karartıcı durum ortaya çıkarmaktadır.

2004 yılından bugüne iş sağlığı ve güvenliği alanında hızlı değişim ve gelişimlerin yaşandığı bir döneme tanıklık etmekteyiz. Bu gelişmelerde AB’ye uyum sürecinin önemini vurgulamak gerekiyor. Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi’nin oluşturulması, 2006-2008 ve 2009-2013 yönlendirici Stratejik Belge’nin hazırlanması, iş sağlığı ve güvenliği yasasının çıkarılması,  alana ilişkin yönetmeliklerin düzenlenmesi ve 4857 sayılı İş Kanunu’nda değişikliklere gidilmesi ve 6356 sayılı  yasanın çıkarılması, dönüşümlerin belirgin yanlarını göstermektedir.

İş kazaları ve meslek hastalıklarını azaltmayı ve dünya ölçeğinde olumsuz bir yere sahip ülkemizi kabul edilmiş normlar düzeyine çıkarmayı hedef olarak önüne koyma iddiası taşıyan bu değişim ve dönüşüm politikaları maddi süreçler açısından bakıldığında iş sağlığı ve güvenliği alanında istenilen olumlu etkileri yaratabilecek sistemsel çabaları barındırmakta mıdır?

Bu soruya verilecek yanıt ne yazık ki hayır olmak zorundadır. Öncelikli olarak, ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği sisteminde yapısal bir yetersizlik mevcuttur. Bakanlığın kendi belgelerinde kabul etmek durumunda kaldığı bu somut durum, ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği alanında yaşanana bütün kabul edilemez olumsuzlukların da nedeni durumdadır.

İş sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı ve 3. Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Politika ve strateji toplantısına sunduğu Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Sistemi Taslak metinde gösterildiği gibi 11 “güçlü” noktasına karşın 17 zayıf noktası açık bir şekilde tespit edilmiştir.

6331 sayılı yasanın 2012 Haziranında çıkmadan önce Sistemin en temel yetersizlikleri;

-İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği önlemlerinin gelişkinliğinin yokluğu

-İşyeri hekimliği ve iş güvenliği hizmetlerinin yetersizliği

-Ortam ölçümlerinin zayıflığı

-Danışmanlık ve eğitim hizmetlerinin yokluğu ya da zayıflığı

-Meslek hastalıkları tanı sisteminin yokluğu ve meslek hastalıkları hastanelerinin nerdeyse yok denecek düzeyde olması

-Veri toplama, denetim ve yaptırımların istenilen mevzuat düzenlemelerinin yetersizliği

-İSG mevzuatının dağınıklığı

Bu nedenle ülkemizde işçi sağlığı ve iş güvenliği sistemi işlemez durumdadır.

Türkiye ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci, Dünya’da üçüncü sırada yer alması tespitleri oldukça düşündürücüdür.

155 ve 161Sayılı ILO Sözleşmelerinin TBMM’ de kabulünden sonra(2004) 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası 8 yıl sonra  (2012 Haziran) sosyal tarafların mutabakatı olmadan çıkarılmıştır.

2002-2013 Döneminde İş Kazası Ölüm Oranları(*)

İşçi Sayısı (Sigortalı) İş Kazası ve Meslek Hastalığı Sonucu Ölen İşçi Sayısı Yüz Bin İşçide Ölüm Oranı
2002  5.223.000 878  16,8
2003  5.615.000 811  14,4
2004  6.181.000 843  13,6
2005  6.918.605 1096  15,8
2006  7.818.000 1601  20,5
2007  8.505.000 1044  12,3
2008  8.802.000 866  9,8
2009  9.030.000 1171  13,0
2010  10.030.000 1454  14,5
2011  11.081.000 1710  15,4
2012  11.939.000 745  6,2
2013  12.600.000 1235**  9,5
Ortalama 13422  12,9

** İstanbul İSG Meclisi tarafından açıklanan 2013 verileri

2004-2012 dönemine bakıldığında her yıl ortalama 1316 çalışan yaşamını yitirmiştir. Aksine var olan sorunlu sistem üzerine oturtulmaya çalışılan piyasa ilişkilerinin trajik sonuçları derinleştirmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.

155 ve 161 sayılı ILO sözleşmelerinin 2004 yılında kabulünden 2012 yılında 6331 sayılı İSG yasasının kabul edilmesine kadar geçen sürede iş kazası sayısı her yıl ortalama 75.000 civarındadır.

Meslek hastalıkları tanısı koyma ise yıllık ortalama 500 civarında seyretmektedir.

Kabul edilmiş normlara göre, çalışan nüfusun binde 4’ü ila 12’si arasında meslek hastalığı tanısı koyulması beklenmektedir.

Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi 2005 yılında oluşturulmuştur.

Fakat sosyal taraflar açısından dengeli bir temsiliyeti oluşturamamıştır. Devlet tarafının temsiliyette ağırlığı çok fazladır.

Yılda 2 kez toplanan Konsey, işlevi açısından yetersizdir.

Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyinde kabul edilen 2006-2008 ve 2009-2013 Ulusal Eylem Planlarına göre;

-ILO ve AB normlarına uygun bir yasa çıkarılamamıştır.

2012 Haziranında kabul edilmiş olan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasası sosyal tarafların mutabakatını sağlamadan çıkarılmıştır.

Yasa kamusal bir İSG alanını yaratmaktan çok uzak olduğu gibi, işverenlerin ve piyasa aktörlerinin beklentilerine uygun çıkarılmıştır.

Yasanın çıktığı 2012 Haziran’ından bugüne gerek torba yasalarda ve gerekse yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle hizmet alanlarının kapsamı ve süreleriyle sürekli oynanmış ve yasa daha da yetersiz hale getirilmiştir.

OSGB’ler(Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri) kurulması, sayıları ve hizmet verme biçimleri işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarını iyileştirecek bir zihniyete sahip değillerdir. Aksine, bir çoğu istihdam, ücret ve hizmet anlayışları bakımından hiçbir etik ve normatif kurala riayet etmemek eğilimindedirler. Bu durum, işverenlerin istedikleri biçimiyle İSG kurallarını koymalarının önünü açtığı gibi, hizmetlerini gerçekten iyi yapan kesimleri de mağdur etmektedir. Haksız rekabet bu alanı çürütmüştür. En kısa sürede kapatılmaları zorunlu hale gelmiştir.

Her iki ulusal Eylem Planında öngörülen iş kazalarının %20 azaltılması ve meslek hastalıkları tanısını %500 geliştirilmesi hedefi geliştirilememiştir. İstatistiklere bakıldığında bu durum açıkça görülmektedir.

Kamu eliyle yürütülen İSG hizmetlerini %20 artırmak hedefine bakıldığında,  2013 yılı Bakanlık verileri şöyledir: toplam 1050 iş müfettişinin 460’ı sosyal, 590’u teknik müfettiştir.

ILO müfettiş başına düşen aktif çalışan işçi sayıları konusunda şu oranları yeterli görmektedir: Sanayileşmiş ülkelerde 10.000, sanayileşmekte olan ülkelerde 15.000 geçiş ekonomilerinde 20.000 ve azgelişmiş ekonomilerde 40.000.

Bu oran bizde müfettiş başına 17.000 aktif çalışana denk gelmektedir.

Denetimlerin ve yaptırımların caydırıcı olması bir yana, işverenler üzerinde umursamaz bir davranış göstermelerinin önünü açmaktadır.

Görüldüğü üzere, iş sağlığı ve güvenliğine dönük düzenlemeler, bu alanda yaşanan sıkıntıların ortadan kaldırılması ve güçlü bir sistemin oluşturulması noktasında ifadesini bulmamaktadır.

Meslek hastalıkları verileri ise tam bir yetersizlik örneğidir, zaten Bakanlıkta bunu açıkça belirtmektedir. Yani meslek hastalıkları çalışan nüfusun binde 4-12 arasında olması beklenirken, tabloya bakıldığında nerdeyse yok denecek kadar bir sayı söz konusudur.

Bu çerçevede ülkemizde iki sektörü öncelikle ele alıp incelemek durumundayız:

MADENCİLİK SEKTÖRÜ

22 Kasım 2003 tarihinde Karaman’ın Ermenek ilçesinde, özel bir firmanın işlettiği kömür ocağında grizu patlaması sebebiyle 10 işçi yaşamını yitirmiştir. İşçilerin cesetleri olaydan günler sonra çıkarılabilmiştir.

8 Eylül 2004 tarihinde Kastamonu’nun Küre ilçesinde bulunan yeraltı bakır ocağında, cevherin nakledildiği 150 metre uzunluğun­daki bandın alev alması nedeniyle meydana gelen yangında, oluşan karbonmonoksit ve diğer zararlı gazların etkisiyle birisi maden mühendisi toplam 19 çalışan hayatını kaybetmiştir

10 Aralık 2009 tarihinde Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesindeki maden ocağında, 19 işçi grizu patlaması ile oluşan göçük sonucunda hayatını kaybetmiştir.

Odaköy maden kazası: 23 Şubat 2010 tarihinde Balıkesir’in Dursunbey ilçesine bağlı Odaköy’de, toplam 47 kişinin çalıştığı maden ocağında meydana gelen grizu patlamasında 17 kişi ölürken 30 kişide yaralanmıştır.

Karadon maden kazası: 17 Mayıs 2010 tarihinde Zonguldak’ta, Karadon Taşkömürü İşletme Müessesesi’nin işlettiği kömür madeninde grizu patlaması ve oluşan göçükler sebebiyle 30 kişi hayatını kaybetmiştir.

Küçükdoğanca maden kazası: 7 Temmuz 2010 tarihinde Edirne’nin Keşan ilçesine bağlı Küçükdoğanca köyündeki madende çıkan yangın ve oluşan göçük sebebiyle 3 kişi hayatını kaybetmiştir.

8 Ocak 2013 tarihinde Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde, Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait kömür ocağında metan gazı patlamasının yol açtığı göçük sebebiyle 8 işçi hayatını kaybetmiştir. Tesiste daha önceleri de kaza olmuş, kayda geçen en büyük facia ise 263 işçinin yaşamını yitirdiği 1992 yılında yaşanmıştır.

2014 Soma kömür madeni faciası: Türkiye’de en büyük kaybın yaşandığı maden kazasıdır. 13 Mayıs 2014 tarihinde Manisa’nın Soma ilçesinde, Soma Holding tarafından işletilen kömür ocağında meydana gelmiştir. Patlamanın etkisiyle madende yangın çıkmış ve çok sayıda madenci içeride mahsur kalmıştır. Faciada toplam 301 kişi hayatını kaybetmiştir.

11 yılda ortaya çıkan tablo korkunçtur. Bu tür işletmeler rodövans ve taşeronlaştırmanın sonuçlarının en trajik örneklerini göstermektedir. Bunlar açısından mesleki eğitim ve birikim önemli olmadığı gibi, iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları da tamamen maliyet kalemi olarak görülmektedir.  Maksimum karı elde etmek için en hızlı en acımasız üretim süreçlerini yaşama geçirme konusunda hiç tereddüt etmemektedirler.

Yıllardır bu konularda çalışma yapan, sorunlara dikkat çeken sendikalar, meslek odaları ve birliklerinin uyarılarını dikkate almayan dikkate almayan anlayışların iş sağlığı ve güvenliği alanında ciddi adımlar atabilmesi mümkün görünmemektedir.  İş sağlığı ve güvenliği uygulamalarını uluslar arası normlar düzeyine çıkararak kalkınmayı ve gelişmeyi temel politika haline getirmek gerekmiyor mu? Kanla, ölümle, hastalıklarla, sakat kalmalarla kalkınan bir toplumun geleceği sağlıklı olabilir, üretken özelliği kalabilir mi?

Özal dönemiyle başlayıp peşi sıra gelen iktidarlarca devam ettirilen sosyal devletin ortadan kaldırılması, kamu değerlerinin özelleştirilmesi ve çalışanların güvencesizlik içine itilmesinin sonuçlarının madencilik sektöründeki en hızlı ve en acımasız tablosudur bu.

80‘li yılların başından itibaren uygulamaya konulan özelleştirme, taşeronlaşma, rodövans vb yanlış uygulamalar; kamu madenciliğini küçültmüş, kamu kurum ve kuruluşlarında uzun yıllar sonucu elde edilmiş olan madencilik bilgi ve deneyim birikimini dağıtmıştır. Yoğun birikim ve deneyime sahip olan kurum ve kuruluşlar yerine üretimin, teknik ve alt yapı olarak yetersiz, deneyim ve uzmanlaşmanın olmadığı kişi ve şirketlere bırakılması iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin hızla terkedilmesine neden olmuştur. Buna bir de kamusal denetimin ve yaptırımın yetersizliği de eklenince facialar bir biri ardı sıra gelmeye başlamıştır.

Ülkemizde; yüksek risk taşıyan, kuralsız ve denetimsiz çalışan, mühendislik bilim ve tekniğinden uzak, teknik elemanın gözetim ve denetimi olmaksızın, tamamen ilkel koşullarda çalışan pek çok maden firması ya taşeron ya da rodövans ilişkileri içinde üretim yapmaktadır. Bu tür işletmeler açısından iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları tamamen maliyet kalemi olarak görülmekte ve maksimum karı elde etmek için en hızlı en acımasız üretim süreçlerini yaşama geçirme konusunda hiç tereddüt etmemektedirler.

Bu ekonomik faaliyet biçimi artık hükümetlerin birikim yaratma rejiminin temel karakteri olmuş durumdadır. Türkiye Taşkömürü Kurumu ve Türkiye Kömür İşletmeleri uzun zamandır rodövans ve taşeronlaştırma politikasının kıskacı altına girmiştir.

Geçmişin bütünsel üretim süreci ve koordinasyonu bu parçalanmayla birlikte ortadan kalkmış, hazırlık, üretim, nakliye, aydınlatma, havalandırma gibi sistemler parça parça taşeronlaştırılmış bütünsellik ve koordinasyon kopmuş ve dolayısıyla iş sağlığı ve güvenliğinin önlemlerinin sistemli ve koordineli uygulaması da ortadan kaldırılmıştır.

Taşeronlaştırma ve güvencesiz çalıştırma ile birlikte, sendikal örgütlenmenin kapsamı daraltılmış, sendikal denetimlerin alanı da böylece sınırlandırılmıştır.

Türkiye ILO’nun 176 Sayılı “Madenlerde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi”ni hala imzalamamış durumdadır.

İş sağlığı ve güvenliği mevzuatının piyasa gerekleri çerçevesinde düzenlenmesi devam etmektedir.  Madencilik uygulamalarına dönük mevzuatta yapılan değişiklikler toplumsal yarar gözeten “insan onuruna yakışır iş” anlayışı temelinde ve iş sağlığı ve güvenliği alanına dönük olarak ele alınmamaktadır.

Madencilik sektöründeki kamu kurumlarında faaliyet sürdüren taşeron firmaların iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine dönük uygulamalarının ne düzeyde olduğu son dönem Soma’da yaşanan ölümlerle çok net bir şekilde açığa çıkmıştır.

Kamu maden işletmelerinde taşeron uygulamalarına son verilmesi ve taşeron olarak çalışan işçiler kadroya alınması konusunda hiçbir adım atılmadığı gibi, iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarında bütünsel, koordineli bir sistemin oluşturulmasına dönük hiçbir çaba da görülmemektedir.

Özel sektör madenciliğinde kamunun denetim ve yaptırım koşullarına dönük düzenlemelerin yetersizliği hala devam etmektedir.

İNŞAAT SEKTÖRÜ

Küreselleşme sürecinin derinleştirdiği birikim ve rekabet tüm dünyada örgütsel, toplumsal ve ekonomik süreçleri parçalayıp yeniden kurgularken, siyasal ve hukuksal düzenlemeleri de bu gelişmelere uygun hale getiriyor. Teknolojik gelişmelerin koşulladığı yatırımlar baş döndürücü bir hızla artarken, üretim süreçlerinde yer alan işçilerin çalışma ritimleri daha fazla değer yaratmak uğruna tükenme noktasına kadar zorlanıyor.

Bütün bu zeminlerin uygun hale getirilmesi, parçalanmış üretim süreçleriyle, sendikasızlaştırmayla ve taşeronlaştırmayla, kısaca örgütsüzleştirme politikalarıyla pekiştirilirken, hukuksal mevzuatın çerçevesi denetim ve yaptırımları esnekleştiriyor ve belirsizleştiriyor. Sermaye için bunlar yetmiyor, her türlü güvenlik ve güvencelerden yoksun kayıt dışı işçilik ve çocuk çalıştırma toplumsal ve ekonomik yaşamın “kaçınılmaz”  unsurları haline      getiriliyor.

Ekonomik ve sosyal haklar konusunda uluslar arası sözleşmeleri imzalayan devletler, bu sözleşmelerin belirlediği saygı duyma, koruma ve yerine getirme yükümlülüklerini sermayenin etkisi ölçüsünde hayata geçirmeme konusunda oldukça heveskar bir tutum sergiliyorlar. Burada başarısızlığı işaret etmekten ziyade, sözü edilen hakların ihlalinin çok temel bir politika olarak sermaye ve devletin bilinçli tercihleri olarak karşımıza çıkmasına vurgu yapmak daha doğru olacaktır. Koruma yükümlülüğünün önemi, taraf devlete hakların üçüncü taraflar tarafından ihlal edilmesinin önlenmesi yükümlülüğünü getirmiş olmasına rağmen, ne yazık ki bunun tam tersi bir süreç giderek derinleşmektedir. Dolayısıyla işverenlerin ve/veya sermayenin temel iş hukuku standartlarını hayata geçirmemesi, çalışma hakkının ya da adil ve uygun çalışma koşullarına sahip olma hakkının ihlalinin devlet dolayımıyla sağlanmasından başka bir anlama gelmediğini burada belirtmek gerekmektedir.
Gerek örgütlenme özgürlüğü ve gerekse de iş sağlığı ve güvenliği alanında pek çok uluslararası sözleşmeyi imzalamış ve Anayasa’nın 90. maddesini bu sözleşmeleri iç hukuka uyumlulaştırmak için değiştiren ülkemiz, neden örgütlenme özgürlüğünde en kötü ülkelerden biridir? Neden iş kazaları ve meslek hastalıklarında Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsü durumdadır? Sorunun cevabı yukarda aktarmaya çalıştığımız süreçte içkin durumdadır: Birikim ve Rekabet…

Kısaca belirtmek gerekirse, “Esnek üretim, üretimin kimi aşamalarının taşeronlaştırılmasına dayanır. Taşeronlaştırma ise ücret düşüklüğü, istihdam güvencesizliği ve üretim kapasitesinin zorlanmasına bağlı olarak iş yükü artışıyla birlikte uygulanır. Esnek üretim iş yoğunluğunu artırır. Bütün bunlar ise işe bağlı stresi artırır. Sürekli gelişme anlayışı işçilerin zaman ve çalışmaları üzerindeki kontrolün artırılmasıyla sonuçlanır, iş ritmi hızlanır, çalışma süresi uzar. Çalışma ve aile yaşamı arasındaki sınırlar belirsizleşir”.

Ülkemizde inşaat sanayi de büyüyor, biriktiriyor ve rekabet ediyor.

Öyle rekabet ediyor ki, 2002-2013 yıllarında ekonomi sabit fiyatlarla %69 oranında büyürken inşaat sektöründe büyüme oranı %85 olarak gerçekleşmiştir.

Aynı dönemde istihdam toplamda %15’lik bir artış kaydederken, inşaat sektöründe çalışan kişi sayısı %85’lik artışla 958 binden 1 milyon 768 bine yükseldi.

İnşaat sektörü % 40’lık kayıdışı istihdam oranı ile tarımdışı sektörler arasında en çok kayıtdışının olduğu sektör. 2013 yılı itibari ile 1 milyon kayıtlı işçiye karşın 715 bin kayıtdışı çalışan var.

Kayıtlı işgücü açısından TÜİK ile SGK verileri arasında çok ciddi farklar var. SGK verilerine göre kayıtlı işgücü sayısı olduğundan çok daha fazla bir sayıya sahip. Veriler güvenilir değil.

TÜİK verilerine göre inşaat sektöründe bir yılda gerçekleşen iş kazası sayısı 101 bin. SGK kayıtlarında ise 9 bin 209 iş kazası görünüyor. Sektörde iş kazalarının % 91’i kayıtdışı…

İnşaat sektöründe her yıl 25 işçiden en az biri iş kazası geçiriyor.

TÜİK verilerine göre 1 yılda 92 bin kişi meslek hastalıkları dahil işe bağlı sağlık problemi yaşamış.

3 yıllık dönemler halinde karşılaştırırsak resmi verilere göre 2002-2004 döneminde inşaat sektöründe ölen işçi sayısı 856 iken 2010-2012 1300’dür her iki işçiye ilave bir işçi daha ölümle yüzleşmiştir.

2011 yılında Türkiye’de inşaatlarda 100 bin kişi başına 35 ölüm ile AB ortalamasının 5 katı ölüm oranı ile karşı karşıya kalmıştır. Ve Avrupa’da birinci sırada yerini almıştır.

2012 yılında bu oran AB ortalamasının 3 katıdır. Bu oranla Malta ve Litvanya’dan sonra üçüncüdür.

ILO’nun 167 sayılı “İnşaat İşlerinde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi” hala imzalanmamıştır.

Özellikle inşaatta bu büyümeyi sağlayan, verili teknolojik koşullarda, iş saatlerinin artırılması, üretimin hızlandırılması sayesinde mümkün oluyor. Çalışma ortamı ve çalışma şartları denilen ve işçinin bütün bir hayatıyla ilgili olan her şey bu süreçte buhar olup uçuyor. Yasalar uygulamaların asgari düzeyini belirler. Sağlık ve güvenlik alanında asgari düzeyde mevzuatın izlenmesi hayata geçirilmesi, olmuyorsa denetim ve yaptırım olgusu inşaat sektörünü “bağlamıyor”. Büyüleyici büyüme sarhoşluğu başları döndürürken, çalışanların bedenleri düşüyor, kayboluyor, patlıyor, yanıyor. Nedenlerine bakınca anlaşılıyor:Travma,  bunaltı, bayılma, kriz. Bütün sorumluluk yine çalışanların omuzlarına yıkılıyor.

İnşaat sektöründe 5 yıllık dönemde meydana gelen 35 bin 846 iş kazasında bin 754 işçi yaşamını yitirdi, bin 940 işçi sakat kaldı.

Tüm çalışanların, işçi sağlığı ve iş güvenliğine yönelik düzenlemelerinin yaşama geçirilmesi, risk değerlendirmesi yapılması, işyeri çalışma düzenlemelerinin belirlenmesi, eğitimlerinin düzenli olarak yapılması, denetlenmesi ve bunlara uymayanlara yaptırım uygulanması, konularında temel sorunlar ciddi olarak devam etmektedir.

İnşaatlarda günlük çalışma saatinin 7,5 saat olarak acilen hayata geçirilmesi, sigortaların işçilerin aldığı ücret üzerinden ana firma tarafından tam olarak ödenmesi, ücretlerin ödenmesinin ana firma tarafından güvence edilmesi, sağlıklı barınma evleri, soyunma dolapları, işkoluna uygun kaliteli yemek ve sosyal hakların eksiksiz verilmesi, sendikal örgütlenmenin sağlanması ve taşeronluk sisteminin kaldırılması önerilerimiz dikkate alınmamıştır.

Katliama dönüşen madencilik kazaları, inşaatlarda yaşanan iş cinayetleri,  kuralsız çalışmanın getirdiği yüksek ölümler, metal sektöründe yüksek kaza oranlarının azaltılması ve kayıtdışı ekonomideki en kötü çalışma ortamı ve koşullarının kayıtlı hale getirilerek düzeltilmesi, mevzuatta yapılan değişikliklerin bu biçimde devam etmesi halinde, hiç mümkün görünmemektedir.

Bu iki sektör başta olmak üzere sorunlu diğer sektörlerde sendikal örgütlenmelerin durumu içler açısı haldedir. Başta sendikal mevzuat buralarda örgütlenmenin önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Sendikaların olmadığı yerlerde iş sağlığı ve güvenliğine dönük önlemlerin hayata geçmesinde ciddi problemlerin yaşandığı bilinmektedir. Denetim ve yaptırım mekanizmalarının yetersiz olduğu hallerde sendikalar bir denetim mekanizması gibi hareket ederek çalışanların sağlık ve güvenliğine dönük normların yaşama geçmesi için çaba sarf ederler.

KAYITDIŞI EKONOMİ – İSTİHDAM VE İŞ SAĞLIĞI-GÜVENLİĞİ İLİŞKİSİ

Türkiye’de kayıtdışı istihdamın, toplam istihdamın %40 düzeyinde seyrettiği bilinmektedir. İşverenlerin ise %30’unun kayıtdışında üretimlerini sürdürdükleri verilere yansımaktadır.

Kayıtdışı üretim ve istihdam, prim ve vergi gelirlerinde ciddi kayıplara; uzun çalışma saatleri nedeniyle istihdamın sınırlanmasına, ücretlerin düşmesine, yasal mevzuatın kuralsız hale getirilmesine, üretkenliğin ve verimliliğin heba edilerek toplam verimlilik kapasitesinin olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır.

Kayıtdışı üretimin ve istihdamın kimilerinin iddia ettiği gibi, yoksulluğu giderici ve gelir getirici, böylelikle ekonomik büyümeye katkı sağlayan bir yapısı olduğu yönündeki olumlu yaklaşımın aksine, yoksulluğu sürekli hale getiren, yaratılan değerin adaletsiz dağılımına neden olan, sosyal güvenliği tahrip eden ve ülke gelirlerinin yetersiz gerçekleşmesine yol açan etkileri çok somut olarak gözlenmektedir.

İş sağlığı ve güvenliği açısından bakıldığında, kayıtdışı ekonomi ve istihdam, sorunların ana kaynağı durumundadır. Ölümlü iş kazaları, yaralanmalar, sakat kalmalar ve meslek hastalıkları konularında hiçbir veri yoktur. Yalnızca, bu sorunlar örtülemez hale geldiğinde, buralarda yaşanan gerçeklik kamuoyu tarafından bilinir hale gelmektedir. Davutpaşa’daki patlama ve ortaya çıkan ölümler ve yine kot taşlama işçilerinin artık gizlenemez ölümleri gibi.

Düşük ücretler, 13-14 saate varan uzun çalışma koşulları, sosyal güvenlikten yoksun olma, sağlıksız ve güvenli olmayan çalışma ortamı 10 milyonun üzerinde çalışanı çepeçevre sarmış durumdadır. Demografik fırsat penceresinden sürekli bahsedenlerin, genç bedenlerin bu koşullarda çalışmak zorunda olmalarına dönük iyileştirici hiçbir çaba içerisinde olmaması, ülkenin üretken emeğinin rekabette avantaj sağlanması ve hızlı birikim yaratılması politikalarına kurban edilmektedir.

DİSK olarak diyoruz ki;

*Öncelikli olarak yukarda ele aldığımız madencilik ve inşaat sektörlerinde işçi sağlığı ve güvenliğine dönük acil tedbirlerin yaşama geçirilmesi gereklidir.

Türkiye ILO’nun 176 Sayılı “Madenlerde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi” ile 167 sayılı “ İnşaat İşlerinde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi”ni zaman yitirmeden imzalamalıdır.

*ILO normları dikkate alınarak ve “İnsan Onuruna Yakışır İş” anlayışıyla 4857 sayılı İş Kanunu ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunları değiştirilmelidir.

*Özgür ve demokratik bir sendikal örgütlenmenin önünü açmaktan uzak 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözlemesi Kanunu yeniden düzenlenmeli, özgürlükçü ve katılımcı bir demokratik düzenleme gerçekleştirilmelidir. İş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin uygulamada denetlenebilmesinin tek yolu, sendikalar eliyle demokratik denetim sistemlerinin oluşturulmasıdır. Ancak bu şekilde yukarda oluşturulmuş mekanizmaların işletme düzeyinde etkin olması sağlanabilir.

*İş sağlığı ve güvenliği konusuna piyasa koşullarına bağlı ekonomik ve faydacı yaklaşım terk edilerek, iş sağlığı ve güvenliği yasası, sendikaların, üniversitelerin, Mühendis ve Mimar Odalarının, Tabipler Birliğinin, Barolar Birliğinin katılımının sağlandığı ve görüşlerinin yansıtıldığı bir çerçevede düzenlenmelidir.

*İş sağlığı ve güvenliği önlemleri, kamusal bir alan olarak, sosyal devlet anlayışı içinde ve katılımcı bir çerçevede yaygınlaştırılmalı, piyasa temelli kanun değişiklikleri ve yönetmelikler değiştirilmelidir.

* Oluşturulmuş ve oluşturulmakta olan iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin stratejik belgelerin düzenlenmesinde sendikaların, meslek odalarının, üniversitelerin katılımı sağlanarak yapılmalıdır.

*Bütün bu önerileri somut olarak hayata geçirecek yeni bir sistem çabası içine girilmeli ve Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi bu konuda etkin bir rol üstlenmelidir.

*Bu yaklaşımın bir adımı olmak üzere, Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi yapısı içinde sosyal tarafların, meslek odaları ve birliklerinin ve Üniversitelerin eşit sayıda temsil edildiği iş kazaları ve meslek hastalıkları süreçlerini ve iş sağlığı ve güvenliği uygulama düzeylerini izleyip değerlendirecek ve etkin önerilerde bulunacak bir “İş Sağlığı ve Güvenliği İzleme ve Değerlendirme Kurulu” oluşturulmalıdır.

*İş kazaları ve meslek hastalıklarında kurumsal alt yapı geliştirilmeli, dağınıklık giderilmeli, meslek hastalıkları hastaneleri yaygınlaştırılmalı ve uluslararası normlara uygun tanı sistemleri geliştirilmelidir.

*Genel ve Mesleki eğitim, hayat boyu öğrenme ve ÇSGB/İŞKUR eliyle sürdürülen mesleki eğitim ve beceri kazandırma çalışmalarında iş sağlığı ve güvenliğine dönük bilinç geliştirme eğitimlerinin yer almasının sağlanması konusunda temel bir yaklaşım oluşturulmalıdır.

*Kayıt dışı ekonominin, gerek kamusal denetim, gerekse sendikalar aracılığıyla demokratik denetim sistemleri kullanılarak kayıt altına alınması mutlaka sağlanması olmazsa olmaz önemdedir.

*Çocuk emeği ile kadın işçilik konusu üzerinde özellikle durulmalı ve bu konuda etkili önlemler yürürlüğe konulmalıdır.

 

EK

Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Kurumu Önerisi

(Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi İş Sağlığı Güvenliği Yasası Çalışma Grubu aracılığıyla(19.06.2007) tarihinde Konsey’e sunulmuştur.

  1. Sunuş
  2. Öneri
  3. Gerekçe

Sunuş

İş sağlığı güvenliği giderek önemi daha iyi anlaşılan ve daha geniş bir kesimi ilgilendiren alan haline dönüşmüştür. İnsan yaşamıyla ve toplumun geleceği ile derin bağı dolayısıyla, sivil toplumun iş sağlığı güvenliği ile yakından ilgilenmesi bir zorunluluktur. Sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarında çalışmak bir insan hakkıysa, bunun sağlanması da devletin sorumluluğundadır. Hak sahibi ile bunu sağlamakla yükümlü olanlar arasındaki ilişki, hiçbir zaman, hak sahibinin edilgen olduğu ve kendine sunulanlarla yetindiği bir ilişki olarak kabul edilemez.

İş sağlığı güvenliği öte yandan çok bilimli bir konu olması dolayısıyla, bilim ve meslek çevrelerinin de yakından ilgilenmekle yükümlü oldukları bir alandır. Bu bakımdan, işçi – memur – işveren sendikalarının, meslek odalarının, üniversitelerin ve gönüllü kuruluşlarının, karar süreçlerinden dışlanması da kabul edilemez.

Her ne kadar ulusal politikalar benimsenmesi için ülkemizde 1920 yılından beri çalışmalar yapılmaktaysa da, bunların işyeri ve işçi düzeyine indirilmesinde, hala, önemli güçlükler yaşanmaktadır. Her gün, her dakika, sağlık ve güvenlik olgusuyla içiçe yaşayan, işçi -memur – işveren ve teknik elemanların edilgen bırakıldığı; buna karşın devletin denetim elemanlarıyla ancak işyerlerinin % 6′sını -iş sağlığı güvenliği yönünden- yılda bir kez denetleyebildiği, bir süreç de kabul edilemez.

Başta işçi – memur – işveren sendikaları ve meslek odaları olmak üzere, sivil toplum, iş sağlığı güvenliği karar süreçlerinde ve uygulamalarında egemen olmak istemektedirler.

Öneri

Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Konseyi’ni oluşturan kurumların, iş sağlığı güvenliği alanıyla ilgili istek ve eleştirilerini sıraladıkları, çeşitli konuşmalar ve yazışmalarda istenenlerin, gerçekleşebilmesinin tek yolu, onların yönetiminde egemen oldukları, “idari ve mali yönden bağımsız, demokratik işleyişe sahip bir iş sağlığı güvenliği kurumu”nun kurulmasıdır. Önerimiz, çıkarılması düşünülen “İş Sağlığı Güvenliği Yasası”nın bu kurumsal yapılanmayı, aşağıdaki koşullarda gerçekleştirmesidir.

Bu kurumun finansman kaynaklarını, işçi ve işveren ceza paraları ile “iş kazalarıyla meslek hastalıkları sigortasının fazlalık veren bölümü” oluşturmalıdır.

Bu kurum, ulusal politikaları çizip, kendi üyelerinin özgür iradeleri ile bunu yaşama geçirebilecek güce sahip olacaktır. Kabul edilirse Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Müfettişlerini, işyeri denetimlerinde,

a) İş Sağlığı Güvenliği Kuruluna

b) İşyeri Sağlık Hizmetlerine (ortak sağlık birimleri de içinde)

c) İş Güvenliği Uzmanlarına (ortak güvenlik birimleri de içinde)

yönelik incelemeleriyle, bu ulusal politikalara destek vererek, ulusal düzey ve işletme düzeyindeki köprüleri kurabileceklerdir. İş müfettişlerinin bu çalışmalarının karşılıklandırılması, Kurum bütçesinden sağlanabilir.

Benzer biçimde, işçi – memur – işveren sendikaları ve ilgili meslek odaları da işyerlerindeki üyeleri aracılığıyla, bu ulusal politikalara destek vererek, ulusal düzey ve işletme düzey arasında köprüler kurulabileceklerdir.

İşyeri düzeyinde iş sağlığı güvenliğinin sağlanabilmesi için olmazsa olmaz koşullardan biri de, iş sağlığı güvenliği destek hizmetlerinin (laboratuvar çalışmaları da içinde), tüm tarafların güvendiği, bağımsız ve akademik kimlik taşıyan, saygın bir kurum tarafından yürütülmesi ve yurdun her köşesine ulaştırılmasıdır. Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Kurumu, bunun için en uygun adrestir. Kabul edilirse, Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili birimlerinin bu Kurum’a devri sağlanmalıdır.

İşçi temsilcilerinin süreçlere katılımları ve güvenceleri; işçilerin alınan iş sağlığı güvenliği önlemlerine uyma sorumlulukları; hayati tehlike karşısında kalan işçinin işi yapmaktan çekilme hakkının kullanım koşulları; memurların iş sağlığı güvenliği mevzuatının koruyucu şemsiyesinin altına alınmalarının sağlanması; iş sağlığı güvenliği alanında çalışan meslek elemanlarının (hekim, hemşire, iş güvenliği, sosyal görevli vb) görev,yetki ve güvenceleri; işveren yükümlülüklerinin (50 ve daha çok işçi çalıştıran işyerleri için getirilmiş olan) geride kalan büyük kesime nasıl genişletileceğinin belirlenmesi; ortak sağlık-güvenlik birimlerinin çalışma ilke ve koşulları; 50′den az işçi çalıştıran işyerlerinde ve bölge-il-ilçe düzeyinde iş sağlığı güvenliği kurullarının örgütlenmesi; dar bir kesime sıkışmış olan iş sağlığı güvenliği mevzuatının tüm çalışanları nasıl ve ne ölçüde kapsayacağı bu Kurum çerçevesinde gerçekleştirilecek uzlaşılarla ortaya çıkacaktır. Bu konularda, Kuruma, kanun dışındaki diğer alt düzenlemeleri hazırlama ve yürürlüğe koyma yetkileri tanınmalıdır.

Görüldüğü gibi Kurum’un, işlevleri bugün de görülebilen uzman bir kurum; bağımsızlığı ise Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyıllık döneminde görülmüş bir anıt kurum olarak yapılandırılması tasarlanmaktadır.

Gerekçe

Aşağıdaki uluslararası sözleşme, direktif ve ulusal yasa, kararları yaşama geçirmek istiyoruz:

1.Ulusal İş Sağlığı Güvenliği Kurulu İlke Kararları (1978)

2.Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı İş Gücü Piyasası (Çalışma Hayatı) Özel İhtisas Komisyonu Raporu (2000)

3.4857 Sayılı İş Yasası

4.155 Sayılı Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmesi

5.161 Sayılı Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmesi

6. 89/391 Sayılı Avrupa Birliği Çerçeve Direktifi.

Yukarıda belirttiğimiz, uluslararası sözleşme, direktif ve ulusal yasa, kurul kararları ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlayan bu alandaki süreç, bizi birlikte çalışmaya zorlamaktadır. “İdari, mali yönden özerk ve demokratik işleyişe sahip bir kurum”, 30 yılı aşkın bir süredir, konunun sahipleri tarafından ısrarla belirtilen ve karşılanmayan bir istektir. Bu reddediş, ülkemizde, iş sağlığı güvenliğinin yaşama geçirilememesine, hem kaza-hastalıklarla karşılaşan işçileri ve hem de onları çalıştıranları büyük acı ve kayıplara uğratmaktadır. Bunu reddedenleri de büyük bir manevi sorumluluk altına sokmaktadır. Artık bizim yeni acı ve kayıpları görmeye tahammülümüz yoktur. Bunun için de bugüne kadarki, edilgen konumumuzu terketmek kararındayız.

 

ITUC ETUC