Image Map

DİSK Genel Başkanı Kani Beko'nun Genç-Sen panelinde yaptığı konuşma

DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun, Öğrenci Gençlik Sendikası GENÇ-SEN’in düzenlediği “Gençlik Yeni Türkiye’yi Tartışıyor” paneller dizisi kapsamında 17 Aralık’ta Ankara Ünivesitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yaptığı “Yeni Türkiye ve İşçi Sınıfı” başlıklı konuşma

gencsen3

17 Aralık 2014/152

 

DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun, Öğrenci Gençlik Sendikası GENÇ-SEN’in düzenlediği “Gençlik Yeni Türkiye’yi Tartışıyor” paneller dizisinde yaptığı konuşma:

“YENİ TÜRKİYE” ve İŞÇİ SINIFI

Sevgili gençler,

Söyleşimizi izlemeye gelen değerli konuklar,

“Asla yalnız yürümeyeceksin!” şiarıyla, işçi sınıfının yanında yola koyulan, üniversitelerin demokratikleşmesi mücadelesinde canla başla çalışan GENÇ-SEN’li mücadele arkadaşlarım.

Hepinizi, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK adına selamlıyor, DİSK’li işçilerin tüm sıcaklığıyla kucaklıyorum.

Sevgili Gençler, Sevgili Mücadele Arkadaşlarım,

Çocukluğumuz boyunca büyüklerimizden dinlediğimiz masalları bizim kuşak hiç unutmadı, eminim ki sizler de unutmamışsınızdır. Üvey annesinin zulmünden kurtulan Külkedisi de, üç başlı devlere karşı zekasıyla savaşan Keloğlan da ve hemen hepsi de “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlardı.

Masalların sihirli dünyasını çok gerilerde bırakıp gerçek dünyada ekmek kavgasına başladığımızda da gördük ki, içinde yaşadığımız şu sistemde, emeğiyle geçinenlerin sahip olabildiği şeyler aslında “Bir varmış, bir yokmuş”tan ibaretmiş.. Büyüdük, ama masal dinlemeye devam ediyoruz!.. Şundan kesinlikle emin olun ki, kendi hikayemizi kendimiz yazmaya başlamadıkça, bizleri “sadaka düzeniyle” avutarak kasalarını dolduranların masallarını dinlemeye devam edeceğiz.

Kendi gerçek öykümüzü yazmanın ilk şartı da “unutmamak”tır arkadaşlar.

Bugün TV ekranlarından, renkli bulvar gazetelerinden sürekli anlatılan bu masallar yakın tarihte nasıl oluşturuldu? Elimizde az da olsa “var” olanların, devletin ve sermayenin sihirli değneğiyle nasıl azar azar “yok” edildiğini anımsamamızda fayda var. Çoğunuz hatırlarsınız, fazla uzun yıllar geçmedi üzerinden. Nispi de olsa birtakım sosyal haklarımız, iş güvencemiz, demokratik haklarımız vardı.

Bugüne nasıl geldiğimizi özetle paylaşmak istiyorum.

1960 Darbesi döneminde hazırlanan Anayasa, ülkelerin sosyal refah politikalarıyla yönetildiği bir dünyada hazırlanmıştı ve Türkiye’nin de böyle bir dünyayla bütünleşmesini gözeten maddeler içeriyordu. O zaman “toplu sözleşme”nin yasalaşması biraz da bu ihtiyaçtan kaynaklanmıştı. Yani bu dönemde işçiler ve emekçiler bir nebze de olsa, ellerindeki haklarla bugüne göre oldukça “varlıklı”ydılar. Emekçilerin gülmesi uzun sürmedi. Önce 12 Mart ve sonra da 12 Eylül askeri darbesiyle “Şimdiye kadar işçiler güldü bundan sonra biz güleceğiz” diyenlerin, rahatlıkla at koşturacakları, halkın varını yoğunu rahatlıkla çalıp çırpacakları, hukuksuzluk ve adaletsizliklerinin hesabının sorulmayacağı, astığı astık kestiği kestik bir toplumsal süreç başlatıldı.

12 Eylül, refah politikalarının sonunun geldiği, siyasetin dünya çapında yeniden yapılandırıldığı, “toplu sözleşme” yoluyla burjuvazi ve emekçi sınıflar arasındaki pazarlık sisteminin artık gözden çıkarıldığı bir dönemin darbesidir.

1974 krizinden sonra toplumsal refah için ayrılan artı-değer miktarının dünya egemen sınıflarına artık fazla gelmeye başladığı, bu konuda ısrarlı sendikal örgütleri zayıflatmanın temel iş edinildiği, kamuya ait işletmelerin özel sermayeye devredilmesinin sıklıkla dile getirilmeye başlandığı yıllardı o yıllar ve 80’lerin başında alınan 24 Ocak Kararları da bunun bir sözleşmesiydi.

Ve elbette bu kararların hayata geçebilmesi, politikleşmiş, gelip giden hükümetler tarafından artık yönetilemez hale gelmiş, parlamentoya güveni sıfırlanmış, sendikal örgütlenmesi yüksek düzeye ulaşmış emekçi kitlesi söz konusu olduğunda mümkün olamayacaktır. Özelleştirmelere başlanacaksa, soysal haklar geri alınacaksa iş, grev ve toplu sözleşme yasalarının değiştirilmesi, yani aslında “toplu sözleşme”yi hesaba katmak zorundaki bir yürütme düzeninin başlıca aktörleri arasında yer alan emekçi kesimlerin ve örgütsel araçlarının etkisizleştirilmesi; yeni bir “toplumsal sözleşme”nin tesis edilmesi gerekecekti.

Öyle de yapıldı!..

Değerli Dostlar,

Türkiye 1980’den bu yana ciddi bir toplumsal-ekonomik dönüşüm yaşıyor. Gündelik yaşamımızda köşe dönmecilik, işbitiricilik, bireycilik olarak karşımıza çıkan bu dönüşümü artık her düzeyde görüyor ve yaşıyoruz.

24 Ocak kararları ile başlayan bu dönüşüm/1983’te Turgut Özal hükümeti ile kendi gerçek kadrolarına kavuştu. Böylece Türkiye, tarihinde görülmedik bir dejenerasyon ve kültürel/toplumsal çözülmeyi yaşamaya başladı.

Rüşvet, hırsızlık, kişisel haksız çıkar sağlama yöntemlerinde korkunç bir patlama oldu. Örneğin ihracata vergi iadesi uygulaması ile o dönemde yaklaşık 200 trilyon TL’lik hayali ihracat yapıldı. 20 Trilyon TL’lik haksız vergi iadesi ise devlet tarafından kişilere aktarıldı.

Kardeşlik/eşitlik ve özgürlük idealleri demode, çağdışı ilan edildi. Bireycilik, bencillik/köşe dönmecilik felsefesi geçer akçe oldu.

Vicdanlar dahil her şey satılık hale geldi. Kâr için her şey mübah dendi. Emekçi olmak/emeği ile geçinmek aşağılandı. Bunu yine en iyi “ben insanın zengin olanını severim” diyerek Turgut Özal’ın kendisi ifade etti. Hatta üretken sanayici olmak bile bayağı sayıldı. Hayali ihracatçılık, düğünlerde saçılan paralar, altınlar gücün sembolü haline geldi.

Kemer sıkma, sendikasızlaştırma/işten atma politikaları olağan karşılanır oldu. Emekçilere, emekçi örgütlerine ciddi bir saldırı başladı. Yıllarca özelleştirme konuşuldu, bazı adımlar atıldı ve nihayet Tansu Çiller Hükümeti bu tartışmayı doruğuna çıkardı.

Aslında bu, dünya çapında bir saldırıydı. Sosyalist sistemin çökmesiyle, önünde engel kalmayan kapitalizm, “serbest piyasa ideolojisini” her derde deva bir ideoloji haline getirmekte önemli mesafeler katetti. Dünyada “serbest” denilebilecek bir piyasa kalmadığı halde, burjuva partilerinden, “bir bölüm sol çevrelere” kadar çok geniş bir “piyasa” cephesi oluştu. Bu cephenin dünya çapındaki uygulamaları, işsizlik, yoksulluk, kültürsüzlük, doğa tahribatı vb. vahşet örnekleriyle doludur.

Uluslararası sermaye sınıfı, özgürlükçü ve eşitlikçi toplum deneyimlerinin başarısızlıklarından da destek alarak başlattığı sistemli ve çok yönlü saldırıyla, dünyayı adeta güçlü olanın yaşayabildiği “vahşi bir ormana” çevirmeye başladı.

Son 30 yıldır sürekli gündemimizi işgal eden ÖZELLEŞTiRME ve sosyal devlet duvarından sökülen birer tuğla olarak görmemiz gereken, esnek üretim, taşeronlaştırma, sözleşmeli personel ve performansa dayalı ücret uygulamaları yani GÜVENCESİZLİK, işte bu dalganın birer parçasıdırlar.

Özelleştirme ve serbest piyasa uygulamaları toplumsal yaşamı tüm boyutlarıyla tahrip etmektedir. Özelleştirme ideolojisi geniş kitleleri yoksulluğun, açlığın ve sefaletin kıyısında yaşamaya mahkum etmektedir. Bu süreçte özellikle “toplum yararı/toplumsal çıkar” kavramları bilinçli uygulamalarla aşındırılmıştır. Bu aşınmaların uzun vadede, toplumu bütünüyle, ahlaki-moral değer çöküntüsüne uğratması kaçınılmazdır.

Rüşvet, nüfuz ticareti, suistimal uygulamaları, özelleştirmelerin başladığı ’80’li yıllardan itibaren çok yaygınlaşmıştır. Toplumsal dokudaki bu çözülme, dejenerasyon bütün kurumlara dalga dalga yayılmaktadır.

Eşitlik, kardeşlik, adalet, erdemlilik kavramlarının yerini, bireycilik, köşe dönmecilik almıştır. Üretimin ve üretkenliğin yerini spekülasyon ve imajlar dünyası almıştır. Giderek kültürsüz ve vicdansız bir toplum yaratılmak istenmiştir. Çünkü bu toplumda herşey satılıktır!

Eğitim ve sağlık gibi toplumsal alanlar kâr hırsının insafına terkedilmiştir. Parası olmayan, ne doğru dürüst bir eğitim alabilir, ne de sağlıklı bir yaşam sürebilir. Özel okula veya özel kurslara gitmeyenler iş bile bulamaz. Parası olmayanlar hastane kapılarında ölmeye mahkumdur. Hem de hastalığın tedavisi, ilacı ve doktoru “var” olduğu halde sırf parası “yok” diye.

İşte bizlere dinlettirilen “Bir varmış, bir yokmuş” masalı böyle başladı.

Son 30 yılda Türkiye’de özelleştirmeler büyük bir hızla tamamlandı, sosyal haklar budandı, sosyal güvenlik sistemi büyük ölçüde çöktü. Sadece bunlar değil; bir yandan örgütlenmeye çalışan emekçilere şiddet ve tehdit uygulanırken diğer yandan sendikal örgütlenmeyi olanaksızlaştıracak biçimde esnek çalışma, taşeronlaştırma, 4/C kapsamında işyeriyle geçici sözleşme, işyerinde hiyerarşik statülendirme, performansa dayalı ücretlendirme gibi yöntemler hayata geçirildi, ki, bunlar emekçinin işyeri ile ilişkisini kesintiye uğratmak, iş arkadaşlarıyla ilişkisinde tek motive edici güç olarak rekabeti egemen kılmak, emekçiyi kendisini ait hissedemediği bir işyerinde hakları için mücadele edemez hale getirmek gibi sonuçlar almak üzere hayata geçirilmişti.

Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesinin sekteye uğratılması için sendikalaşmanın engellenmesinde özelleştirme ve taşeronlaştırma önemli bir görevi yerine getirmiştir.

Sınıfın tüm kazanımlarını geriye almaya çalışırken, teknolojinin ve ideolojik dalganın sunduğu olanaklarla, işçi sınıfının örgütlülüğü her düzeyde parçalanmaya çalışılmaktadır.

Değerli Dostlar

AKP hükümeti döneminde de, gerek özel sektörde gerekse kurallı çalışmanın kalesi sayılan kamuda taşeronluk ve atipik istihdam biçimleri hızla yaygınlaştı. Başta eğitim ve sağlık sektörü olmak üzere, belediyelerden KİT’lere kadar pek çok alanda emekçiler en ağır şartlarda ve güvencesiz çalışma yaşamına zorlandılar. Çoğu üniversite mezunu yüzbinlerce kişi kamu personeli sınavlarında kadrolu bir iş için çaba sarf ederken, kamuda istihdamın önemli bir kısmı, güvencesiz, kuralsız çalışma biçimleri ve hizmet alımı yani taşeron yolu ile sağlandı.

Bu ortamda özde herhangi bir değişim yaratmayacak şekilde denemeler başlatıldı. Toplumun muhafazakar eğilimlerine yaslanan ancak ekonomik politikalar açısından saf bir sermaye yanlılığını ifade eden bir değişim süreci başlamıştır. Yoksulluk içinde bunalan, güvencesiz ve kaçak çalışmaya katlanmak zorunda kalan milyonlarca insan, kendi geleneksel değerlerini öne çıkaran bir siyasallaşmayı çıkış yolu olarak benimsemek zorunda kalmıştır. AKP’yi siyasal iktidar konumuna yükselten temelde bu toplumsal yapıdır.

Türkiye askeri darbenin koşullarının egemen olduğu dönemde dünyadaki gelişme dinamiklerini tartışabilecek birikimden yoksun bırakılmıştır. Böylece toplumda görüntüler üzerinden ve yalnızca sonuçların tartışıldığı yüzeysel bir siyasal kültür yerleşmiştir.

Bu yüzeysellik iş güvencesini gerileten siyasal anlayışların emekçilerden daha çok oy almasını sağlayabilmiştir. Aynı şekilde emek karşıtı politikaları uygulayanlar emekçi dostu görünebilmiştir. Temel haklar ve özgürlükler konusunda sınırlayıcı yaklaşıma sahip olanlar, özgürlükçü ve değişim yanlısı bir görüntü sunabilmiştir. Bugün içinde bulunan durum, 12 Eylül yönetiminin doruk noktasına ulaştırdığı uygulama ve anlayışlar ile ‘siyaset dışı kılma’ politikasının sivil parlamenter bir görünümle aynen sürdürülmesidir.

Bütün bu gelişme süreci sonucunda Türkiye, günümüzde dünyanın en düşük sendikalaşma oranlarından birine sahip ülkelerden birisi olmuştur. Benzer şekilde dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkelerinin başında gelmektedir. Kayıt dışı ekonominin oran olarak en yüksek olduğu ülkelerden birisidir. İşsizliğin ve enflasyonun karşılaştırmalı olarak yüksek oranlarda ve yapısal bir nitelik kazandığı görülmektedir. İş kazalarında ortaya çıkan işçi ölümleri açısından dünyada 3. sırayı almaktadır. Asgari ücret açlık sınırının altındadır.

Türkiye günümüzdeki görünümüyle, sendikaları ve işçi hareketini denetim altında tutarak, sendikal özgürlükleri ve toplu sözleşme hakkını kullanamaz hale getirerek, grev yasak ve ertelemelerine süreklilik kazandırarak, toplu sözleşme kapsamının olağanüstü daralmasına yol açarak dünyada uygulanan en katı ve ücretlerin en çok zarar gördüğü ekonomik ve toplumsal yapılardan birisini kurumsallaştırmış bulunmaktadır.

AKP iktidarı 12 yıllık yönetimi boyunca ortaya koyduğu ekonomik-sosyal ve siyasal anlayışı ve uygulamaları ile bu sonuçları yaratmıştır. Son dönemde devletin temsili ve yapısal niteliği sermayenin çıkarlarını ifade etmekle kalmamış; kullanılan dil de doğrudan ‘sermaye dili’ olmuştur. Bu durum AKP’nin sermayenin dolaysız temsilciliğine soyunmuş bulunduğunun açık göstergesidir. Özellikle 2010 yılında gerçekleştirilen halk oylamasından sonra bu eğilim giderek artan bir şekilde ortaya çıkmıştır. Siyasal iktidarın 1 Mayıs ve gezi olayları karşısındaki tutumu söz konusu eğilimin toplumsal alana yansıyan sonuçlarıdır. Aynı eğilim çalışma ilişkileri ile ekonomik politikalar açısından ulusal istihdam strateji belgesi, orta vadeli program, yıllık programlar ve hükümet programlarında da kendisini göstermektedir. Kıdem tazminatının fona devredilmesi, özel istihdam bürolarına işçi kirama yetkisinin verilmesi, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması ve asıl işte taşeron çalıştırma yönündeki düzenlemeler bu durumun açık ifadesidir.

AKP iktidarının ekonomik-sosyal ve siyasal programıyla belirlediği amaçlarına güçlü bir toplumsal muhalefet ve sendikal hareketin bulunduğu koşullarda ulaşması mümkün değildir. AKP’nin ön gördüğü programın uygulanması temel demokratik hakların ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını gerekli kılmaktadır.

Bugün AKP tarafından ön görülen yeniden yapılanma, sözde demokrasi düzenini darbe koşullarına yaklaştıran ‘kurumsallaşmaların’ yaratıldığı bir baskı düzeninden başka bir anlam taşımamaktadır. Türkiye’de günümüzde siyasal iktidara karşı olan çevreler üzerinde kurulan ve kurulması öngörülen baskı bu durumun en güncel örneğidir.

İçinde bulunulan koşullarda işçi sınıfını sendikal hareket ile buluşturacak çok yönlü yaklaşımlar geliştirilmesi ve buna uygun bir mücadele çizgisinin oluşturulması kaçınılmazdır.

Kamu emekçileri de içinde olmak üzere, işçi sınıfı ile bağların geliştirilmesini sağlayacak yeni bir dil ve yaklaşım oluşturulmalıdır. Toplumun tüm kesimlerine hitap edecek toplumsal ve sendikal politikalar özgürce tartışılarak, AKP’nin “Yeni Türkiye”sinin diktatoryal ve baskıcı karakterine karşı koyabilecek bir örgütlenmeye gidilmelidir.

Bu zorlu süreçte siz gençlere büyük görevler düşmektedir. Ve eminim ki bunun üstesinden geleceksiniz.

Değerli arkadaşlar,

Sizinle bunları detaylarıyla paylaşmamın nedeni, Adnan Menderes, Turgut Özal, Tansu Çiller ve Tayyip Erdoğan’ın neoliberal çizgisinin ülkemizde emekçileri sokmak istedikleri cendereyi gözler önüne sermek içindi.

Bu cendereye girmemek, yok’ları var’lara dönüştürmek için yapmamız gereken şey kendi hayatımıza sahip çıkmak, örgütlü mücadeleyi inatla sürdürmektir.

Onlar bozacak biz yeniden yapacağız!

Onlar engelleyecek, biz engelleri aşacağız!

Onlar baskı uygulayacak, biz yılmadan direneceğiz!

Onlar sermayeden yana yasalar çıkartacak, biz yasalarını emekten yana işlemez hale getireceğiz!

Unutmayın ki bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür!

Mücadelemiz, türkülerimiz, coşkularımız bitmeyecek!

genc_sen

 

gencsen2

ITUC ETUC