Image Map

Sendikaların geleceği demokrasinin geleceğidir

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun İstanbul’da 26’ncısı düzenlenen PERYÖN kongresi kapsamında, 1 Kasım 2018 tarihinde “Geleceğin Sendikaları” oturumunda yaptığı konuşma

Sendikaların geleceği, demokrasinin geleceğinin habercisidir.

Burada sendika kavramı üzerinden yapacağımız tartışma esas olarak kafa ve kol emeği üzerinden tanımlanan insan emeğinin,  belki de yakın gelecekte bu kavramların açıklamakta yetersiz kalacağı “yaratıcı”,  “kreatif” emeğin gelecekte nasıl bir konum alacağı tartışmasıdır.

Kurumlar, kavramlar değişebilir, muhtemeldir ki değişecektir de. Sendikaların misyonu yetersiz kalıp başka kurumsal yapıların oluşması da mümkündür. Ama yaşama adım atmanın başlangıcındaki “emekleme” sürecinden başlayarak ölümü bekleyeceğimiz hastane ya da huzur evi yatağında bizlere bakacak hemşireden hasta bakıcıların emeğine kadar her anımızı belirleyen bir süreci, emek sürecini tartışmak zorundayız.

Peki, sendikalar geleceğe nasıl taşınacak?

Dünyanın sıfatı dijitale dönerken, zekanın yapayı mesai arkadaşımız olurken, emek-gücümüz nasıl korunacak?

Aslında soruyu şöyle düzeltmeli. Yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olanlar nasıl korunacak. Zira amacımız öncelikle insanı korumak olmalı.  Ve bu sorunun da tarihsel bir yanıtı var. Örgütlenmek.  Emek gücünü kiralayarak yaşamını idame ettirenler açısından bundan daha etkili bir yol henüz bulunmuş değil. Tartışılacak olan kısım örgütlü olmak ya da olmamak değil, gelecekte örgütlenmenin formu, içeriği ve etki gücünü koruma mekanizmalarının nasıl olacağıdır.

Kapitalizmin tarihi, yani emek gücünün herhangi bir meta gibi “özgürce” kiralandığı toplumsal düzenin tarihi göstermektedir ki, emek gücünü/yaratıcı gücünü arz ederek yaşamını sürdürenler, tek tek bireyler, tek tek emek gücü satıcıları olarak piyasaya fırlatılıp atıldığı, atomize olduğu her an kaybetmiş, örgütlendiği, birlik olduğu her an da kazanmış.

Bilerek yaygınlaştırılan algının aksine yaşamak için emek gücünü/üretici gücünü belli bir süreliğine devredenlerin genel nüfus içerisindeki oranı yıllardır artıyor. Teknolojik dönüşümler, işçileşme süreçlerini, yani emek gücünü satarak yaşayan nüfusun sayısal artışını engellemiyor, aksine toplam nüfus içerisindeki oranını yükseltiyor. Yani mevcut durumda teknolojik gelişme insanların gerçekten refahı, mutluluğu, kendine ayıracağı boş zamanı sağlamaktan çok artan emek gücünün kullanım çeşitliliğini arttırmak ve onu denetleme ve kontrol altında tutma mekanizmalarının geliştirilmesinden ibaret.

20. yüzyılın sonlarında otomasyon, robotlar ve yeni üretim modelleri gerekçe gösterilerek “Elveda proletarya” denmişti. Oysa son 30 yıl bize gösterdi ki, robotlar ve otomasyonun gelişimi emek gücünü satarak yaşamını sürdürenlerin, yani işçi sınıfının sayısını azaltmadı. Aksine dünya tarihindeki en büyük işçileşme süreçlerinden birini yaşandı ve yaşanmaya devam ediliyor. Türkiye’den örnek verirsek, bundan 30 yıl önce ücretlilerin tüm gelir getirenler arasındaki oranı neredeyse yarı yarıya iken, bugün dörtte üçe ulaştı. “Elveda proleterya” dendikten sonra nüfusun daha büyük bir bölümü ücretleriyle yaşayanlar konumuna geçti, yani işçileşti, emekçileşti, proleterleşti.

Kısacası işçi sınıfının, emek gücü ile yaşayanların niceliği azalmadı, arttı, ancak niteliği değişti. Hizmetler sektöründe çalışanların sayısı artarken, kadınların işgücüne katılımı da arttı. ( Kadın emeği ve katmerli sömürüsü üzerine burada çok şey söylemek gerekiyor ama gerek ayrılan zaman gerekse de konu başlığının genişliği buna müsaade etmeyecek!) Örneğin güvencesiz çalıştırma-taşeronlaştırma neredeyse tüm işkollarında, tüm statülerde, kamusundan özeline, mavi yakalısından beyaz yakalısına, sanayiden hizmetlere, kol işçisinden fikir işçisine tüm ücretlilerin çalışma koşullarının ortak bir niteliği haline geldi.

Bu noktada, emek gücünü korumak isteyenlerin çalışma koşullarındaki yakınsama, aslında iş kollarını, statüleri, yaka rengini aşan bir örgütlenmenin, yani eskisinden farklı bir örgütlenmenin nesnel koşullarını olanaklı kılıyor.

Şimdi önümüzde Endüstri 4.0 tartışmaları var. Dünya Bankası Başkanı Jim Yong Kim’e göre “şu anda gelişmekte olan ülkelerdeki tüm işlerin üçte ikisi, otomasyon yüzünden ortadan kalkacak.” Tabii ki bazı işler ortadan kalkarken, bazı yeni işler ortaya çıkacak. Elbette ki, emek gücüne olan ihtiyaç, daha önceki iddialı “elveda proletarya” tezlerinde yanlışlandığı gibi ortadan kalkmayacak. Buna şüphe yok. Ancak kapitalist üretim biçimi ile üretici çoğunluk, yani giderek toplumun yüzde 99’u arasındaki çelişki de buradan büyüyecek.

Bu çelişkilere kısaca değinirsek, öncelikle tekelleşme olgusu daha fazla karşımıza çıkacak. Örneğin bu kadar robotlar, dijitalleşme vs. tartışılırken Son yıllarda, kapitalizmin alameti farikası olarak üretkenlik artışında yavaşlamayı görüyoruz. Bunun da temel nedeni, OECD verilerine göre teknolojik açıdan öncü yüzde 5 firma ile, geri kalan yüzde 95 arasındaki üretkenlik verilerindeki açı 2000’li yıllarda hızla büyüyor. Yani sistem giderek tekelleşiyor, ki bu sermayenin ve gücün tekelleşmesi anlamına da geliyor.

Aslında bu kapitalizmin yapısal bir sorunu. Kapitalist bir sistemde rekabette ayakta kalmanın en belirleyici koşulu belli: Makinelerle, gelişen teknolojiyle üretimde canlı emek miktarını azaltacaksınız. Rekabet baskısı nedeniyle üretim sürecinde giderek daha fazla makine kullanacaksınız. Emekten tasarruf eden teknolojiler, belirli anlarda ciddi çelişkilerin yükselmesine ve toplumsal yıkımların da ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Tekelleşme bu çelişkilerden biridir. Sabit sermaye yatırımlarının artmasıyla kar oranlarının düşmesi bunlardan bir diğeridir. Kar oranlarının düşmesini engellemek için ücretleri daha da baskı altına almak ise en evrensel sonucudur.

Oysa karı önceleyen, oldukça acımasız rekabete dayalı bir sistemde yaşamasaydık, teknolojik gelişme, örneğin geliri koruyarak çalışma saatlerini düşürmeye vesile olabilirdi. Teknolojik gelişme toplumun büyük çoğunluğunu koruyan amaçlarla kullanılabilirdi. Kısacası “zekanın yapayı mesai arkadaşımız olurken” bu süreç emek-gücünü satarak yaşayanlar açısından, aslında daha iyi yaşamanın, daha iyi koşullarda çalışmanın bir olanağı olarak da görülebilir. Ancak bunun koşulu, örgütlenmek.

Sendikaların da bugünü ve geleceği kavrayarak, işçi sınıfının, yani emek gücünü satarak yaşayanların hızla artan oranını görerek, ama değişen niteliğini de kavrayarak kendini yeniden örgütlemesi, kendini gözden geçirmesi bir zorunluluk. 20. Yüzyılın örgütlenme araçları ve yöntemleri tabii ki bugünü karşılamakta yetersiz kalıyor.

Öte yandan bugün sendikaların geleceğe taşınması, yani nüfus içerisindeki payı büyük bir çoğunluğa ulaşan ücretlilerin birliğinin geleceğe taşınması demokrasi açısından da olmazsa olmaz. (Kuşkusuz burada bahsettiğimiz, üyesi olsun olması tüm işçilerin çıkarını odağına koyan sınıf ve kitle sendikalarıdır; dijitalleşen ve robotlaşan çağda işveren ve iktidar odaklarınca programlanmış dış rengi sarıya boyanmış “sendikacı robotlar” konumuz değildir.)

Tarihten ders almak şarttır: Sendikalar zayıfladıkça, demokrasi de gerilemiştir. Ücretlilerin çalışma ve yaşam koşullarını, rekabetin gereklerini öne sürerek geriletmek için, öncelikle örgütlülüklerini engellemeye, dağıtmaya yönelik neoliberal yaklaşımın ağır ekonomik, toplumsal sonuçları olduğu kadar, politik sonuçları da olmuştur.

İşçiler, ücretliler arası birliği önlemek ve işçiler arasındaki rekabeti artırmak için yıllarca kışkırtılmasına göz yumulan ırkçılık, ayrımcılık, cinsiyetçilik bugün dünyanın başındaki belalardır. Ücret gelirlerine mahkum etmek için tasfiye edilen sosyal devletin yerini alan dinsel/etnik cemaatlere dayalı “ağlar”ın toplumsal ve siyasi sonuçlarına hepimiz tanığız. Emeğe örgütlenmek ve hakkını istemek yerine, tevekkülü vaaz eden kimi dinsel politikaların işverenlere nasıl cazip geldiğine, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmadığı için gerçekleşen iş cinayetlerinin bile kader/fıtrat sayılmasının ne kadar hoşa gittiğine, ancak akıldan, bilimden ve insanca yaşama hakkından uzaklaşan bir toplumun geleceğinin kararmakta olduğu gerçeğine de tanığız. Ücret dışında yaşamını idame ettirmesi için hiçbir yol bırakılmayan milyonların öfkesinin yeni-sağ denilen, aşırı-sağ denilen, ırkçı, otoriter siyasi partiler ve kişilerce manipüle edilmesi sonucu bugün dünyanın dört bir yanında tehlikeli bir siyasi trend ile karşılaşmaktayız.

Emeği yok sayan piyasanın her soruna çözeceğine hatta demokratikleşmeyi zorunlu kılacağına dair yanlış bir inanca dayanan “küreselleşme” adlı neoliberal ütopya, bugün cehaleti kutsayan, halklar arası önyargıyı kışkırtan, kendi kültüründen/kimliğinden olmayanı düşman/tehdit gören yeni-sağ akımların iktidarlarına dönüşerek varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Çalışma ve yaşam hakkının, bunun korunması için örgütlenme hakkının ihlal edildiği, işçilerin birlik olmaması için her türlü ayrımcılığın mubah sayıldığı bir konjonktürde var olan demokratik zeminlerin bile nasıl tahrip olduğuna hep beraber tanık oluyoruz.

Bugün Cumhur’un büyük çoğunluğunun, neredeyse dörtte üçünün emek gücünü satarak yaşamını sürdürdüğü ülkemizde, örneğin cumhuriyetin, demokratik-laik bir cumhuriyetin teminatı, bu dörtte üç olmayacaksa kim olacak? Bu dörtte üçün örgütlenmesini yasal ve fiili yollarla engelleyenler belki bugün düşen kar oranlarını korudukları için mutlu olabilirler. Ancak dörtte üçün, emeğine, geleceğine, ülkesine örgütlü biçimde sahip çıkamadığı, sahip çıkmasının engellendiği bir ülkede, nasıl tehlikeli bir gelecek inşasına el verdiklerini de tarih mutlaka değerlendirecektir.

Bu açıdan sendikaların geleceği, demokrasinin geleceğidir derken, demokratik bir geleceği kurmaya çalışanlar da, engellemeye çalışanlar da olacaktır. Biz DİSK olarak, emeğine sahip çıkan bir işçinin, demokrasiye ve ülkeye sahip çıkan bir işçi olduğu bilinciyle, örgütlenmeye, mücadeleye devam edeceğiz.

ITUC ETUC