Image Map

“Fikirlerin tartışılacağı yerler mahkemeler değildir”

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun yaptığı bir konuşma nedeniyle Sapanca Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davanın ilk duruşması görüldü.

 

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu hakkında, Cumhuriyet Halk Partisi Sapanca İlçe Örgütünün 05 Haziran 2016 tarihinde, Sapanca’da düzenlediği, “Türkiye Nereye Gidiyor” konulu panelde yaptığı konuşmanın TCK 216/1. Maddesine göre halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçunu oluşturduğu iddiasıyla, bir yıl ile üç yıl arasında hapisle cezalandırılması istemiyle ceza davası açılmıştı. Davanın ilk duruşması bugün görüldü.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun duruşmasına DİSK Yönetim Kurulu üyesi Kanber Saygılı, Sine-Sen Genel Başkanı Zafer Ayden, DİSK Kocaeli Bölge Temsilcisi Vedat Küçük, Birleşik Metal İş, Genel-İş, Emekli-Sen, Limter-İş şube başkanları, yöneticileri ve üyelerinin yanısıra KESK Eş Genel Başkanı Aysun Gezen, TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz, TTB Merkez Konsey Başkanı Sinan Adıyaman, Halkevleri Eş Genel Başkanı Nuri Günay, İstanbul Milletvekili Oya Ersoy, CHP Kocaeli ve Sakarya İl Örgütü ile Sapanca İlçe örgütü de katıldı. Uluslararası sendikal hareketin temsilcileri de dayanışma için duruşmayı takip ettiler. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ITUC avukatlarından Zuzanna Muskat-Gorska, Avrupa Kamu Hizmetleri Federasyonu EPSU Genel Sekreter Vekili Penny Clark, İngiltere Unite Sendikası Yönetim Kurulu üyesi Tommy Murphy de Çerkezoğlu’nun duruşmasını takip ettiler.

Savunmasına “Fikirlerin tartışılacağı yerler mahkemeler değildir.” diyerek başlayan Çerkezoğlu, Türkiye’de yaşanan rejim değişikliği ile beraber fikirlerin, özellikle de iktidarı eleştiren fikirlerin mahkemelerde sorgulandığı bir ülke haline geldiğini belirtti.

Çerkezoğlu’nun savunmasının tam metni şöyle:

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, neredeyse üç yıl önce yapmış olduğum bir konuşmanın tartışılması gereken yer burası, yani mahkeme salonları değildir.

Demokratik ülkelerde fikirler mahkeme salonlarında tartışılmaz. Demokratik ülkelerde fikirler ve hatta en rahatsız edici fikirler, ifade özgürlüğünün bir parçasıdır ve bu fikirlerin açıklanması ya da yayılması için çeşitli mekanizmalar vardır. Ama ifade özgürlüğü asla mahkemelerin konusu değildir. Mahkemeler ifade özgürlüğünü yargılamak için değil olsa olsa ifade özgürlüğünü korumak için var olmalıdır. Ancak ülkemiz maalesef yaşanan rejim değişikliği ile beraber, fikirlerin, özellikle de ülkeyi yönetenlerin beğenmediği fikirlerin mahkemelerde sorgulandığı ve cezalandırıldığı bir ülke haline gelmiştir.

Sistemin veya rejimin, siz nasıl tanımlarsanız tanımlayın, değiştirildiği bir ülkede, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, başkanlık sistemi adı altında ülkemizde yeni bir rejimin inşa edildiği bir süreçte, sistemin ve rejimin değişmesi gerektiğini söylediğim bir konuşma nedeniyle buradayım. Bahse konu konuşmamı yaptığım dönem anayasal düzlemde ülkemizdeki yönetim sisteminin değiştirilme tartışmalarının yaşandığı ve devamında değiştirildiği bir tarihsel andır.

Şunun altını çizmek isterim ki, sistemin ve rejimin değişmesi gerektiğini söylemek suç değildir, bir fikirdir. Bu değişikliğin asıl olarak, sokakta da verilecek demokratik bir mücadeleyle gerçekleşebileceğini söylemek de suç değildir. Bu bir fikirdir. İfade özgürlüğü hatta rahatsız edici fikirlerin özgürlüğü Türkiye’nin tarafı olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve AİHM kararları ile güvence altına alınmıştır. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, grev hakkı, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kavramıyla “etkili eylem hakkı”, aynı ifade hakkı gibi, seçme ve seçilme hakkı gibi evrensel-demokratik bir haktır.

Bu fikirlerin, bu talep ve önerilerin muhatabı mahkemeler değildir, muhatap ülkeyi yönetenlerdir. Düşüncelerimin muhatabı ülkemizde rejimi değiştirerek, bu toprakların eksiğiyle gediğiyle de olsa var olan 150 yıllık demokrasi birikimini yok etmeye çalışanlardır. Yani ağır aksak da olsa işletmeye çalıştığımız parlamenter sistemin, güçler ayrılığı ilkesinin, hukukun üstünlüğünün tümüyle ortadan kaldırıldığı yeni bir rejimin inşası sürecinde bugün bunları konuşuyoruz. Ancak bu ülkede çok sayıda gazeteci, akademisyen, siyasetçi, sendika/meslek odası/demokratik kitle örgütü yöneticisi ve hatta kahvede konuşan yurttaş, twit atan genç, iktidarın beğenmediği fikirleri ifade ettiklerinde karşılarında polisi, savcıyı ve hakimi görmektedir. Aslında bu bile eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Fikrin karşısına kolluk gücü, iddianame ve hapishane çıkarılan bir rejim, çok sayıda sıfatla anılabilir ancak “demokrasi” kavramı ile anılamaz. Bu antidemokratik rejimin demokratik yollarla değişmesini istemek ve bunun nasıl gerçekleşebileceğine dair fikirlerimi ifade etmek de, benim açımdan sadece bir yurttaşlık görevi değil aynı zamanda Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu yöneticisi olarak görevimdir.

Suç isnat edilen tarihte genel sekreteri olduğum, bugün de genel başkanlığını yürüttüğüm Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun tüzüğünün 3. maddesi DİSK’in amaçlarını sıralarken şu ifadelere yer verir:

“İşçi sınıfının hak ve çıkarlarının toplumcu, çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçü temellere dayalı gerçek demokrasi ortamında kazanılıp geliştirilebileceğinin bilinci içinde, işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik her türlü sömürü ve baskının ortadan kaldırılması” DİSK’in temel amacıdır.

Yine “Evrensel temel hak ve özgürlüklere sahip çıkmak, sınıfının onursal görevi olarak, faşizme, cuntacılığa, oligarşiye, baskıya, zulme ve işkenceci tüm rejim ve dikta yönetimlerine karşı mücadele etmek” DİSK’in tüzüğünde yer alan amaçları arasında yer almaktadır.

DİSK’in tüzüğünün üçüncü maddesinde konfederasyonumuzun ilkeleri arasında “demokrasinin ve demokratik hukuk düzeninin her alanda egemen kılınması” temel ilke olarak ifade edilmektedir.

Tüzükte açıkça yer alan bu temel amaç ve ilkelere uygun davranmak, DİSK Genel Kurulu’nda şekillenen işçi iradesinin bizlere verdiği görevdir.

Bugün ülkemiz demokrasiden hızla uzaklaşırken, yeni bir rejim ile en temel demokratik haklar ve kazanımlar yok edilirken, işçi sınıfının neler kaybettiği ortadadır. İşsizliğin Cumhuriyet tarihinin rekorlarına koştuğu, milyonlarca işsiz varken işsizlik fonunun bankaları ve patronları kurtarmak için kullanıldığı, işçi sınıfının güvencesizliğe, açlığa ve ölümüne çalışmaya mahkum edildiği bir dönemde Türkiye’de sendikal hak ve özgürlükler açısından kara bir tablo mevcuttur. Uluslararası Çalışma Örgütünün tespitleri ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun raporları Türkiye’yi sendikal hak ve özgürlükler açısından dünyanın en kötü ülkeleri arasında göstermektedir. Tüm demokratik kazanımların ve Türkiye’nin demokratik birikiminin yok edilmesine dayalı yeni rejimin çalışma hayatında yarattığı acı sonuç budur.

Ülkeyi yönetenlerin yasal ve anayasal bir hak olan grev hakkını gasp etmekle övündükleri, sendikaya üye olmanın işten atılma gerekçesi haline geldiği, sokaklarda-meydanlarda hak aramanın baskılarla/şiddet ile engellendiği, mahkemelere başvurarak hak aramanın samanlıkta iğne aramaya dönüştüğü bir ülkede nüfusun ücret geliriyle yaşayan dörtte üçü için mücadele yol ve yöntemleri üretmek bizim görevimizdir. Çünkü DİSK sadece üyelerinin değil, tüm işçi sınıfının hak ve çıkarlarını savunmayı temel ilke olarak belirlemiş bir örgüttür.

Bu noktada demokrasinin işyerlerinde, sokakta, meydanlarda savunulması, hakların meydanlarda dile getirilmesi demokrasinin alamet-i farikalarından biridir. Sokakları, meydanları yurttaşlara kapatmak, sokaklarda ve meydanlarda mücadeleyi verenleri suçlu ilan etmek demokratik değil otoriter rejimlerin işidir.

Burada “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” ile suçlanıyorum. “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” değil, işçi sınıfının ve halkın ekonomik-demokratik ve siyasal taleplerini işyerlerinde, sokaklarda, meydanlarda ifade etme ve tepkilerini dile getirmesine dair tespitler söz konusudur. TBMM’yi bile devre dışı bırakan, tek kişinin kararnamelerle ülkeyi yönetmesine olanak sağlayan bu anlayışa karşı emekçilerin nasıl bir yönetim şekline ve işleyişe ihtiyacı olduğuna ve bu ihtiyaç için yapılması gerekenlere dair tespitler vardır. Bu eleştiri ve tespitleri zaten bu eleştirilerin muhatabı olan ve farklı düşüncelere sahip olduğumuz iktidar temsilcileri beğenmeyebilir. Ama bu durum, bizi doğrularımızı sonuna kadar savunmaktan, dile getirmekten ve gereğini yapmaktan alıkoymaz.

Maalesef eldeki iddianame Türkiye’de kurulmak istenen rejimin ruhuna uygun bir iddianamedir. Belki de öyle olmak zorundadır. İktidarı eleştirmeyi, rejimin/sistemin değiştirilmesi gerektiğini söylemeyi ve bunun için birliğin ve sokaklarda hak aramanın şart olduğunu suçlu gösteren bir iddianame bu rejime uyabilir ancak insanlığın ve bu toprakların yüzlerce yıllık evrensel-demokratik kazanımlarına uymaz. İddianame ifade özgürlüğünü suç olarak görmektedir. İfade özgürlüğü anayasal ve evrensel bir haktır.

Bizler bildiklerimizi söylemekten vazgeçmeyeceğiz: Ülkemizde kurulmak istenen yeni rejim, Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ve ücretiyle yaşamaya çalışan işçi sınıfı için, yani “Cumhur”un çok büyük bir çoğunluğunun hakları için ciddi tehlikeler, tehditler içermektedir. Kalıcılaştırılmak istenen yeni rejimin nasıl bir rejim olduğuna, bu rejimin hangi sınıfların çıkarına, hangi sınıfların zararına olduğuna bizler tanığız. Bu rejim demokrasinin tüm kırıntılarını ortadan kaldırırken, işçi sınıfının haklarını savunmasını ve geliştirmesini engelleyen bir rejimdir.

İddianamede tarafıma isnat edilen suç, on yıllardır bayrağını onurla taşıdığım ve bugün de genel başkanlığını yürüttüğüm DİSK’in bana verdiği bir görevdir. Gereğini yapmaktan ancak onur duyarım. İşçi sınıfının bizlere verdiği görevin ışığında, tarih önünde hesabını vereceğim bir şey varsa, o da bu rejime karşı mücadelenin gerekliliğini ifade etmem değil, bu ifadelerin gereğini yeterince yerine getirip getirmediğimizdir.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun düşüncelerini ifade ettiği için yargılandığı davanın bir sonraki duruşması 9 Temmuz 2019’da.

ITUC ETUC