Image Map

DİSK Genel Başkanı beraat etti: “Doğru bildiklerimizi söylemekten vazgeçmeyiz”

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Sapanca’da katıldığı bir panelde yaptığı konuşma nedeniyle hakkında açılan davadan beraat etti.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, 2016 yılında Sapanca’da düzenlenen “Türkiye Nereye Gidiyor” konulu panele katılmış, burada yaptığı bir konuşma nedeniyle “cumhurbaşkanına hakaret” ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamalarıyla hakkında ceza davası açılmıştı.

9 Mart 2020, Pazartesi günü, saat 11.00’da, Sapanca Adliyesi’nde görülen duruşmayı DİSK Yönetim Kurulu üyeleri ve üye sendikalarımızın başkanları, DİSK’li işçiler, dost kurum temsilcileri ve milletvekilleri izledi.

Bugün düzenlenen duruşmada yeniden hakim karşısına çıkan Çerkezoğlu, savunmasında “İddianame, kurulmak istenen rejimin ruhuna uygun bir iddianamedir. Rejimin/sistemin değişmesi gerektiğini söylemeyi suç saymaktadır. İsnat edilen suç, on yıllardır bayrağını onurla taşıdığım, bugün de genel başkanlığını yürüttüğüm DİSK’in bana verdiği görevdir.” dedi.

Mahkemenin açıkladığı beraat kararının ardından Sapanca Adliyesi önünde bir basın açıklaması yapan Çerkezoğlu, “hiç kimse DİSK’lilerden bu ülkede her türlü varlığımızı, tüm değerlerimizi ve zenginliğimizi bir avuç sermayedara peşkeş çekenlere karşı sessiz kalmamızı beklemesin. Doğru bildiğimizi söylemekten ve bunun mücadelesinin örgütlemekten bir gün bile geri durmayacağız” dedi.

Çerkezoğlu’nun savunmasının tam metni şu şekilde:

SAPANCA ASLİYE CEZA MAHKEMESİ SAYIN HAKİMLİĞİ’NE

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, üç yıl önce yapmış olduğum bir konuşmanın tartışılması gereken yerin burası, yani mahkeme salonları olmadığını düşünüyorum.

Demokratik ülkelerde fikirler mahkeme salonlarında tartışılmaz. Demokratik ülkelerde fikirler ve hatta en rahatsız edici fikirler, ifade özgürlüğünün bir parçasıdır ve bu fikirlerin açıklanması ya da yayılması için çeşitli mekanizmalar vardır. Ama ifade özgürlüğü asla mahkemelerin konusu değildir. Mahkemeler ifade özgürlüğünü yargılamak için değil olsa olsa ifade özgürlüğünü korumak için var olabilir. Ancak ülkemiz maalesef yaşanan rejim değişikliği ile beraber, fikirlerin, özellikle de ülkeyi yönetenlerin beğenmediği fikirlerin mahkemelerde sorgulandığı ve cezalandırıldığı bir ülke haline gelmiştir.

Sistemin veya rejimin, siz nasıl tanımlarsanız tanımlayın, değiştirildiği bir ülkede, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, başkanlık sistemi adı altında ülkemizde yeni bir rejimin inşa edildiği bir süreçte sistemin ve rejimin değişmesi gerektiğini söylediğim bir konuşma nedeniyle buradayım. Bahse konu konuşmamı yaptığım dönem anayasal düzlemde ülkemizdeki yönetim sisteminin değiştirilme tartışmalarının yaşandığı ve devamında değiştirildiği bir tarihsel andır.

Şunun altını çizmek isterim ki, sistemin ve rejimin değişmesi gerektiğini söylemek suç değildir, bir fikirdir. Bu değişikliğin asıl olarak, sokakta da verilecek demokratik bir mücadeleyle gerçekleşebileceğini söylemek de suç değildir. Bu bir fikirdir. İfade özgürlüğü hatta rahatsız edici fikirlerin özgürlüğü Türkiye’nin tarafı olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve AİHM kararları ile güvence altına alınmıştır. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, grev hakkı, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kavramıyla “etkili eylem hakkı”, aynı ifade hakkı gibi, seçme ve seçilme hakkı gibi evrensel-demokratik bir haktır.

Bu fikirlerin, bu talep ve önerilerin muhatabı mahkemeler değildir, muhatap ülkeyi yönetenlerdir. Düşüncelerimin muhatabı ülkemizde rejimi değiştirerek, bu toprakların eksiğiyle gediğiyle de olsa var olan 150 yıllık demokrasi birikimini yok etmeye çalışanlardır. Yani ağır aksak da olsa işletmeye çalıştığımız parlamenter sistemin, güçler ayrılığı ilkesinin, hukukun üstünlüğünün tümüyle ortadan kaldırıldığı yeni bir rejimin inşası sürecinde bugün bunları konuşuyoruz. Ancak bu ülkede çok sayıda gazeteci, akademisyen, siyasetçi, sendika/meslek odası/demokratik kitle örgütü yöneticisi ve hatta kahvede konuşan yurttaş, twit atan genç, iktidarın beğenmediği fikirleri ifade ettiklerinde karşılarında polisi, savcıyı ve hakimi görmektedir. Aslında bu bile eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Fikrin karşısına kolluk gücü, iddianame ve hapishane çıkarılan bir rejim, çok sayıda sıfatla anılabilir ancak “demokrasi” kavramı ile anılamaz. Bu antidemokratik rejimin demokratik yollarla değişmesini istemek ve bunun nasıl gerçekleşebileceğine dair fikirlerimi ifade etmek de, benim açımdan sadece bir yurttaşlık görevi değil aynı zamanda Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu yöneticisi olarak görevimdir.

Suç isnat edilen tarihte genel sekreteri olduğum, bugün de genel başkanlığını yürüttüğüm Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun tüzüğünün 3. maddesi DİSK’in amaçlarını sıralarken şu ifadelere yer verir:

“İşçi sınıfının hak ve çıkarlarının toplumcu, çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçü temellere dayalı gerçek demokrasi ortamında kazanılıp geliştirilebileceğinin bilinci içinde, işçi sınıfı ve emekçi halka yönelik her türlü sömürü ve baskının ortadan kaldırılması” DİSK’in temel amacıdır.

Yine “Evrensel temel hak ve özgürlüklere sahip çıkmak, sınıfının onursal görevi olarak, faşizme, cuntacılığa, oligarşiye, baskıya, zulme ve işkenceci tüm rejim ve dikta yönetimlerine karşı mücadele etmek” DİSK’in tüzüğünde yer alan amaçları arasında yer almaktadır.

DİSK’in tüzüğünün üçüncü maddesinde Konfederasyonumuzun ilkeleri arasında “demokrasinin ve demokratik hukuk düzeninin her alanda egemen kılınması” temel ilke olarak ifade edilmektedir.

Tüzükte açıkça yer alan bu temel amaç ve ilkelere uygun davranmak, DİSK Genel Kurulu’nda şekillenen işçi iradesinin bizlere verdiği görevdir.

Bugün ülkemiz demokrasiden hızla uzaklaşırken, yeni bir rejim ile en temel demokratik haklar ve kazanımlar yok edilirken, işçi sınıfının neler kaybettiği ortadadır. İşsizliğin Cumhuriyet tarihinin rekorlarına koştuğu, milyonlarca işsiz varken işsizlik fonunun bankaları ve patronları kurtarmak için kullanıldığı, işçi sınıfının güvencesizliğe, açlığa ve ölümüne çalışmaya mahkum edildiği bir dönemde Türkiye’de sendikal hak ve özgürlükler açısından kara bir tablo mevcuttur. Uluslararası Çalışma Örgütünün tespitleri ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun raporları Türkiye’yi sendikal hak ve özgürlükler açısından dünyanın en kötü ülkeleri arasında göstermektedir. Tüm demokratik kazanımların ve Türkiye’nin demokratik birikiminin yok edilmesine dayalı yeni rejimin çalışma hayatında yarattığı acı sonuç budur.

Ülkeyi yönetenlerin yasal ve anayasal bir hak olan grev hakkını gasp etmekle övündükleri, sendikaya üye olmanın işten atılma gerekçesi haline geldiği, sokaklarda-meydanlarda hak aramanın baskılarla/şiddet ile engellendiği, mahkemelere başvurarak hak aramanın samanlıkta iğne aramaya dönüştüğü bir ülkede nüfusun ücret geliriyle yaşayan dörtte üçü için mücadele yol ve yöntemleri üretmek bizim görevimizdir. Çünkü DİSK sadece üyelerinin değil, tüm işçi sınıfının hak ve çıkarlarını savunmayı temel ilke olarak belirlemiş bir örgüttür.

Bu noktada demokrasinin işyerlerinde, sokakta, meydanlarda savunulması, hakların meydanlarda dile getirilmesi demokrasinin alamet-i farikalarından biridir. Sokakları, meydanları yurttaşlara kapatmak, sokaklarda ve meydanlarda mücadeleyi verenleri suçlu ilan etmek demokratik değil otoriter rejimlerin işidir.

Burada “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” ve “Cumhurbaşkanı’na hakaret” ile suçlanıyorum. “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” değil, işçi sınıfının ve halkın ekonomik-demokratik ve siyasal taleplerini işyerlerinde, sokaklarda, meydanlarda ifade etme ve tepkilerini dile getirmesine dair tespitler söz konusudur. TBMM’yi bile devre dışı bırakan, tek kişinin kararnamelerle ülkeyi yönetmesine olanak sağlayan bu anlayışa karşı emekçilerin nasıl bir yönetim şekline ve işleyişe ihtiyacı olduğuna ve bu ihtiyaç için yapılması gerekenlere dair tespitler vardır. Bu eleştiri ve tespitleri zaten bu eleştirilerin muhatabı olan ve farklı düşüncelere sahip olduğumuz iktidar temsilcileri beğenmeyebilir. Ama bu durum, bizi doğrularımızı sonuna kadar savunmaktan, dile getirmekten ve gereğini yapmaktan alıkoymaz.

İşçilerin hakları iktidarların siyasal ve sosyal eylem ve söylemleriyle yönetim şekliyle doğrudan ilgilidir, demokratik kitle örgütleri ve sendikalar da görevlerini yaparken iktidarları eleştirerek eksiklerini gösterirler. Eleştirilerin sınırlarını iktidarlar belirleyemez. Demokratik bir hukuk devleti ve hukukun gerektirdiği, iktidarların en sert eleştirilere de açık olmasıdır. Benim yaptığım da sendika temsilcisi olarak, seçilmiş bir yönetici olarak seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olan Recep Tayip Erdoğan’ın siyasal eylem ve söylemlerini eleştirmektir. Hakaret kastım yoktur. Hakaret etmemi gerektirir bir durum da yoktur. Söylediğim sözler hakaret niteliğinde değildir. Kaldı ki, anayasa değişikliği ile artık cumhurbaşkanı, hem cumhurbaşkanı, hem de, bir siyasi partinin genel başkanı konumda, her hafta partisinin meclis gurubunda siyasetin gündemine ilişkin değerlendirmeler yapan, diğer siyasi partileri, sivil toplum kuruluşlarını en ağır ifadelerle eleştiren, siyasetçi pozisyonunda, toplumda taraf olan bir politik figürdür.

Konuşmamda Cumhurbaşkanına hakaret olarak nitelenebilecek herhangi bir kavram ve ifade bulunmamaktadır. İddianamede de doğrudan hangi söz ve eylemin Cumhurbaşkanına hakaret oluşturduğuna ilişkin herhangi bir belirleme, niteleme ve vasıflandırma bulunmamaktadır. Soruşturma kapsamında ve iddianamede hangi kelime veya cümlelerin hakaret vasfı içerdiğine ilişkin net bir belirleme yapılmamış olduğundan “ Cumhurbaşkanına Hakaret” iddiasına dair neyin savunmasının yapılacağı anlaşılamamaktadır. Dava konusu edilen konuşmamın bütünü yönetim sistemi ve icraatlarının eleştirisinden ibarettir. Olmayan hakaretin savunması yapılamaz.

Maalesef eldeki iddianame Türkiye’de kurulmak istenen rejimin ruhuna uygun bir iddianamedir. Belki de öyle olmak zorundadır. İktidarı eleştirmeyi, rejimin/sistemin değiştirilmesi gerektiğini söylemeyi ve bunun için birliğin ve sokaklarda hak aramanın şart olduğunu suçlu gösteren bir iddianame bu rejime uyabilir ancak insanlığın ve bu toprakların yüzlerce yıllık evrensel-demokratik kazanımlarına uymaz. İddianame ifade özgürlüğünü suç olarak görmektedir. İfade özgürlüğü anayasal ve evrensel bir haktır.

Bizler bildiklerimizi söylemekten vazgeçmeyeceğiz: Ülkemizde kurulmak istenen yeni rejim, Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ve ücretiyle yaşamaya çalışan işçi sınıfı için, yani “Cumhur”un çok büyük bir çoğunluğunun hakları için ciddi tehlikeler, tehditler içermektedir. Kalıcılaştırılmak istenen yeni rejimin nasıl bir rejim olduğuna, bu rejimin hangi sınıfların çıkarına, hangi sınıfların zararına olduğuna bizler tanığız. Bu rejim demokrasinin tüm kırıntılarını ortadan kaldırırken, işçi sınıfının haklarını savunmasını ve geliştirmesini engelleyen bir rejimdir.

İddianamede tarafıma suç isnat edilen fiil, konuşma, on yıllardır bayrağını onurla taşıdığım ve bugün de genel başkanlığını yürüttüğüm DİSK’in bana verdiği bir görevdir. Gereğini yapmaktan ancak onur duyarım. İşçi sınıfının bizlere verdiği görevin ışığında, tarih önünde hesabını vereceğim bir şey varsa, o da bu rejime karşı mücadelenin gerekliliğini ifade etmem değil, bu ifadelerin gereğini yeterince yerine getirip getirmediğimizdir.

ITUC ETUC