İngiltere’de Üniversite Grevleri ve Karantina
İngiltere’de Kovid-19 salgını, yüksek öğretim tarihindeki en uzun süreli endüstriyel eylem dönemine denk geldi. Kasım 2019 ve Mart 2020 tarihleri arasında, Üniversite ve Kolej Sendikası’nın üyeleri (University and College Union – UCU) toplam yirmi iki gün süren grevler gerçekleştirdi. Karşısına kapsamlı bir talep listesiyle çıktıkları mevcut üniversite modeli düşük ücret, geçici istihdam, yerine getirilemez ağırlıkta iş yükü ve ırk ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığına giderek daha fazla dayanmaya başladı ve (bu model) güvenceli bir emeklilik garantisi de sağlamıyor. Taleplerini “Dört Mücadele” teması etrafında ifade ediyorlar: (i) geçici istihdama, (ii) eşitsiz ve gerileyen ücretlere ve (iii) artan iş yüküne karşı mücadeleler ve (iv) 2018’de 14 günlük bir greve neden olan emeklilik maaşlarına ilişkin uzlaşmazlık.
Grev, aşağıdan hareketimizin gücünü gösterdi ve kimi işverenleri savunmacı bir pozisyona itti. İşverenlerimiz bu gücümüze, Tory hükümetinin endüstriyel eyleme olan düşmanlığını tekrarlayarak karşı koydu. Bundan daha da moral bozucu olan ise kendi sendikamız içindeki ılımlı güçlerin taleplerimizi sulandırmaya çalışmasıydı. Müzakereler sırasında UCU Genel Sekreteri Jo Grady, sendika üyelerine çelişkili mesajlar gönderdi ve taleplerimizin çıtasını düşürdü. Sonuçta ortaya çıkan tablo, sendikamızın umutsuzca bir anlaşma istediği şeklindeydi ve bu da elbette işverenlerimizin elini güçlendirdi.
Kaçırılan Fırsatlar
Kovid-19 Birleşik Krallık’ta kök saldığında, UCU kolej ve üniversitelerde nasıl tepki verileceğine ilişkin bağımsız bir inisiyatiften yoksundu ve bu durum sendikamıza zarar veren stratejik bir eksiklikti. Grevimizin ikinci kısmı şubat ayı ortasında başladığında, Kovid-19 uluslararası bir acil sağlık durumu halini zaten almıştı. Grevin son haftasının başı olan 9 Mart itibariyle Birleşik Krallık’ta tespit edilmiş vaka sayısı 300’den fazlaydı. Sosyal mesafelenmenin etkililiğine dair Asya’da gelen kanıtlara ve aktivistlerin endişelerine rağmen, sendikanın yazışmaları sadece bizi hükümetin tavsiyelerine uymaya davet ediyordu. O tarihte hükümetin tavsiyesi ise ellerimizi “Mutlu Yıllar Sana” şarkısını söyleyerek iki kere yıkamamız şeklindeydi.
Dünya Sağlık Örgütü’nün önerilerine aldırmayan hükümet, kendi sabıkalı “sürü bağışıklığı” stratejisini açıkça duyurduğunda bile UCU bunu eleştirmedi. Ders, etkinlik ve halk günü programı yapmaya 13 Mart’a (en son tam grev haftasının sonuna) kadar devam etmiş olan yüksek öğretim kurumlarının yaklaşımlarını da eleştirmedi. Sendikanın kendisi de aynı tas aynı hamam yaklaşımını benimsedi; grev nöbeti tutan, yürüyüş yapan ve açık hava dersleri düzenleyen yoldaşlarımıza hiçbir tavsiyede bulunmadı.
Resmi eylemsizlikle geçen haftaların toplumsal bir trajediye yol açtığı artık açık. Eğer UCU daha önceden hükümet ve işverenlerle mesafelenmiş olsaydı, bunların davranışlarını kötü liderliğin, öğrenci ve çalışanların sağlığına ilişkin umursamazlığın bir örneği olarak gösterip kınayabilirdi. Bu ise üniversiteleri demokratikleştirmeye ilişkin taleplerimizi güçlendirebilir ve diğer işçilerin ve öğrencilerin sempatisini kazanmamızı sağlayabilirdi; özellikle de giderek artan ırkçı saldırılara maruz kalan ve hükümetin krizi ele alış biçimine güvenmedikleri için kitlesel bir şekilde evlerine dönen Asya kökenlilerin sempatisi kazanılabilirdi. Fakat bu yapılmayınca grevimiz, paradoksal bir şekilde, işverenlerin pandemiye verecekleri yanıtı ertelemelerine yardımcı oldu.
Dahası, bir “milli dayanışma” çizgisi, hiçbir demokratik tartışma yapılmadan sendika içinde hâkim kılındı. Grevin sonunda UCU üyelerinden “düzenli” bir şekilde işlerine geri dönmeleri talep edildi, hem de sağlıklarının tehlikede olduğunu düşünmeleri halinde bunu reddetme hakları olduğu kendilerine bildirilmeden. Greve geç başlamış şubeler, genel sekreter ve diğerleri tarafından, grevin son günlerini normal karar-alma süreçlerini geçersiz kılacak şekilde iptal etmeye teşvik edildi. Ayrıca sendika daha fazla endüstriyel eylem yapılmasına ilişkin olarak önceden planlanmış bir yeniden-oylamayı da erteledi. Her ne kadar Genel Sekreter o zamandan beri ihtilafın “bitmemiş” olduğunu iddia ediyor olsa da grev kayıplara karışmış gibi görünüyor. Guardian’da çıkan son makalesinde (genel sekreter) basitçe “kolej ve üniversitelerin ulusal çıkarlar için birlikte çalışmaları” çağrısında bulundu.
Bizi Bekleyen Sorunlar
Gerçekte “milli dayanışma” retoriği birleştirici değil: personel ve işverenler arasındaki antagonizma her zamanki kadar belirgin. Grev sürerken ve kampüslerde ilk Kovid-19 vakaları başladıktan sonra binaların kapatılması için mücadele edenler (üniversite) yönetim(leri) değil yerel aktivistlerdi. Kaçmakta olan uluslararası öğrencilerin yarattığı görüntüye ek olarak yerel aktivistlerin yarattığı bu baskı sayesinde üniversite patronları en sonunda okulların kapandığını duyurmaya ve internet üzerinden eğitime geçmeye karar verdiler. Yine de çoğu kurum temizlik işçilerinin bu dönemde de işe gitmelerini şart koşmuştu ve kimi yerlerde bu durum hala sürüyor.
Sıfır-saat sözleşmeleri ile çalışan ve çoğunlukla beyaz olmayan, kadın temizlik ve konaklama işçileri, ilk işten çıkartılan oluyor. Fakat risk altında olanlar sadece onlar değil. Evden çalışma sistemine ani bir şekilde geçilmesi akademik ve idari personeli, maliyetini kendi ceplerinden karşılayarak kendi evlerinde ofis mekânı yaratmak zorunda bıraktı, hem de hiçbir sağlık ve güvenlik değerlendirmesi yapılmadan. Öğretim personeli hiçbir yol gösterici olmadan ve büyük bir telaşın tam ortasında sanal öğrenim teknolojilerinin nasıl kullanıldığını öğrenmek zorunda kaldı.
Bir süre sonra yerel sendika aktivistleri, çevrimiçi eğitimin pedagojik sonuçlarını sorgulamaya başladılar. Çevrimiçi eğitimin zaten kabul edilemez olan toplumsal-cinsiyet temelli ve ırksal eşitsizlikleri daha da derinleştirmesini önleyerek kendi işlerini ve çalışma koşullarını nasıl koruyacaklarını tartıştılar. Ayrıca bir pandeminin ortasında bir yandan sevdiklerimiz ve kendimizle ilgilenmekteyken, “normal” veya azaltılmış iş örüntülerinin sürdürülebilirliğini de sorguladılar. Israrla üzerinde durulan bir diğer konu da işverenlerin yaşamlarımız üzerindeki kontrollerini artırmak ve gelecekteki grevlerimizi baltalamak için öğretim teknolojilerinden faydalanmalarının nasıl engelleneceğiydi.
Universities UK’s (UUK) İcra Kurulu Başkanı Alistair Jarvis, geçtiğimiz günlerde işverenlerin üniversitelerin karşılaştıkları mali zorlukların maliyetinin bir kısmını işçilerin üstlenmesini beklediklerini açıkladı: “Bu konu biraz sancılı olacak.” (Yüksek miktarda öğrenim ücreti ödeyen) Uluslararası öğrenci sayılarında zaten belirgin olan düşüş, üniversite gelirlerindeki düşüşün dillendirilmesine yol açtı ve bazı kurumlar, geçici personelin işten çıkarıldığını, sabit süreli sözleşmelerin yenilenmediğini ve ayrıca işe alımların dondurulduğunu duyurdu. Bu durum, üniversitelerden sorumlu bakan Michelle Donelan’ın ilgili kurumları, işten çıkarmaları önlemek için hükümetin destek programlarından yararlanmaya çağırmasına rağmen ortaya çıktı.
Bunun da ötesinde, Üniversiteler Süper Emeklilik Programı (The Universities Superannuation Scheme – USS), negatif ekonomik görünüm nedeniyle üye katkılarında artışa gittiğini açıkladı ve daha da ileri giderek -UCU’nun iddiasına göre kusurlu bir yönteme dayanan- yeni bir değerleme sonucunda USS’nin açığının daha da arttığını -3 milyar Pounddan 11 milyara- belirtti.
Ancak, kayıtlı öğrenci sayısında öngörülen düşüş gibi bu rakamlar da kesin olmaktan çok uzak. Aslında ekonomik durgunluk, okulu terk etmiş olanları yüksek öğrenime daha fazla itebilir, esnek üniversiteye kabul politikaları ve işgücü eğitimi programları üniversitelerde verilen derslere yönelik talebi artırabilir. Bu salgın, uluslararası öğrencilerin ABD gibi salgından daha kötü etkilenen ülkelerden uzaklaşarak Birleşik Krallık’a yönelmelerine bile yardımcı olabilir. Üstelik, kimi üniversiteler çevrimiçi eğitime kalıcı olarak geçme, “düşük değerli” dersleri kapatma ve tamamen esnek dereceler sunma ve böylece “aşırı” rekabet senaryosunda dahi uluslararası piyasalardaki paylarını büyütme niyetlerini çoktan duyurdular. Hatta UUK üniversitelerin federasyonlar, ortaklıklar ve birleşmeler yoluyla işlemlerini yeniden şekillendirmelerine yardımcı olacak bir hükümet fonunun yaratılmasını talep etti bile.
Şimdi Her Zamankinden Daha Fazla
Gelecekte ne olacağı belirsiz ama üniversitelerin “şok terapisi” uygulamak ve işlerimize, çalışma koşullarımıza ve emeklilik haklarımıza daha fazla saldırmak için bu krizden faydalandığı açık bir gerçek. Daha fazla yeniden yapılanmaya gidileceği tehdidi, sadece güvencesiz üniversite işçilerinin değil kadrolu personelin de tehdit altında olduğunu gösteriyor: Kaderlerimiz ayrılamaz bir şekilde birbirine bağlanmış durumda.
Durumun ciddiyetine rağmen, UCU yönetimi grev platformuna dayanan bir kampanya yapmayı reddetti. Sendika hükümetten, esas olarak güvencesiz üniversite personelini korumayı amaçlayan bir dizi talepte bulundu; ancak iş yükü, ücretler, emekli aylıkları ve eşitsizlikler gibi sorunlar bir kenara itildi.
Şubeler üyelerinin yıkıcı sonuçlarla karşılaşmasını önlemek için çok çalışıyor ve yeni bir kampanya ile hali hazırda çalışmakta olan güvencesiz işçilerin sözleşmelerinin iki yıl daha uzatılmasını talep ediyor.
Böylesi bir kriz döneminde, üyelerimizin seferber edilmesine ihtiyacımız var. Bu yeni koşullarda, taban demokrasisini güçlendirmek için yeni teknolojileri kullanmamız ve uzaktan örgütlenmeyi nasıl başaracağımızı tartışmamız gerekecek.
Sadece posta yoluyla yapılan grev oylamalarına izin veren yasaların da iptalini talep etmemiz gerekiyor. Zira bu, işçilerin şu anda hiçbir yasal grev hakkı olmadığı anlamına geliyor; çünkü salgın, resmî kurumların bu oylamaları organize etmesini engelliyor.
Birleşik Krallık’ta mart ayı sonlarında kabul edilen acil Koronavirus Yasası, hükümetin salgını demokratik haklara saldırmak ve baskıcı gücünü artırmak için kullandığını gösteriyor. Olağanüstü hâl mevzuatına ilişkin daha önceki deneyimlerden de anlaşılacağı gibi, krizle mücadele etmek için alınan tedbirlerin uzun vadede de geçerli kalması olası. Buna ek olarak, hükümet, eğer bu süreçten sağ salim çıkabilirse, kesinlikle mali harcamaları geri çekmeye ve yüksek öğrenim sektöründe küçülme ve işten çıkarma riskini artıracak olan yeni kemer sıkma tedbirlerini uygulamaya çalışacaktır.
Hükümet ve işverenler böylesi bir krizi boşa harcamamak gerektiğini biliyorlar. UCU üyeleri de aynısını yapmalıdır. Mevcut kriz, üniversitelerin hesaplarını tutturabilmek için çalışanlarının “iyi niyetli” yardımlarına olan bağımlılıklarını artırdı. Böyle bir dinamik, pazarlık gücümüzü arttırır ve bunu sonuna kadar kullanmalıyız.
Bunu yaparken kampüslerdeki ve genel olarak toplumun geri kalanındaki diğer sendikalarla bağlantı kurarak sendika(lar)da taban demokrasisini güçlendirmeli, hükümete direnmeli ve işçilerin hayatlarını kârın önüne koyan politikaları dayatmalıyız.
Lucia Pradella, King’s College London’da uluslararası siyasi ekonomi alanında öğretim görevlisidir. Globalization and the Critique of Political Economy kitabının yazarı ve Kutuplaştıran Kalkınma kitabının editörlerinden biridir.
Andrea Genovese Sheffield Üniversitesi’nde lojistik ve tedarik yönetimi profesörüdür. Son araştırmaları çağdaş endüstriyel üretim sistemlerinin ekolojik sonuçları üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Lucia Pradella ve Andrea Genovese, Birleşik Krallık’taki Üniversite Grevleri Karantina Altında (The UK’s University Strikes Are in Lockdown)
Çeviri: Onur Can Taştan
https://www.jacobinmag.com/2020/04/united-kingdom-universities-strike-coronavirus-lockdown