Salgının İkinci Yılında COVID-19 İle İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Politikaları Değerlendirme Raporu
DİSK İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Dairesi tarafından hazırlanan “Salgının İkinci Yılında COVID-19 İle İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Politikaları Değerlendirme Raporu”
İki yılı geride bırakan korona virüs salgını 2 yılı geride bırakarak dünya ölçeğinde çok büyük bir felakete yol açtı. Dünya ölçeğinde 500 milyona yaklaşan vaka sayısı ve 6 milyonu geçen ölümlerle ülkelerin üstüne kâbus gibi çöktü.
Resmi verilere göre Türkiye’de COVID-19 tanısı alan kişi sayısı 15 milyona yaklaşmış, neredeyse 100 bin kişi yaşamını yitirmiştir.
Bunun yanı sıra COVID-19’un toplumsal yapılara, çalışma yaşamına ve istihdam süreçlerine ne tür etkileri olduğunu anlamak için ILO’nun Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm: Eğilimler 2021 (WESO Eğilimler) isimli raporuna kısaca göz atmak oldukça yararlı olacaktır:
“İstihdam ve çalışma sürelerindeki düşüş, işgücü gelirlerinde sert bir düşüşe ve yoksullukta artışa dönüşüyor. 2019 yılıyla karşılaştırıldığında, dünyada 108 milyon çalışan daha, yoksul ve aşırı yoksul kategorisine düştü (diğer deyişle, çalışanlar ve aileleri, kişi başına günde 3,20 ABD Doları’ndan düşük gelirle geçinmek zorunda).” Rapora göre, “yoksulluğun sona erdirilmesine yönelik kat edilen ilerlemenin beş yılı silinmiş oldu” ve bu durum, 2030 yılına kadar yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik BM Sürdürülebilir Kalkınma Amacı’nın gerçekleştirilmesini daha da zorlaştırıyor.
Sonuçta, küresel işsizlik 2022 yılında 205 milyon kişi olacak ve bu da %5,7 işsizlik oranına karşılık gelmekte. Raporun bulgularına göre, kırılgan çalışanlara daha ağır darbe vuran COVID-19 krizi, daha önceden var olan eşitsizlikleri daha da derinleştirdi. Sosyal korumanın yokluğu nedeniyle, dünyada iki milyar çalışanın kayıt dışı sektörde yer almasına bağlı olarak, küresel salgınla ilintili çalışma aksamaları, ailelerinin gelir ve geçimleri üzerinde felaket etkisi yarattı.
Raporda, “COVID-19’dan düze çıkışın sadece bir sağlık sorunu” olmadığı vurgulanarak, “ekonomiler ve toplumlar üzerindeki ağır hasarın da giderilmesi gerektiğine” dikkat çekilmektedir. Raporda “İnsana yakışır işlerin yaratılmasını hızlandırma, toplumun en kırılgan kesimlerini destekleme ve en ağır darbe alan ekonomi sektörlerinin toparlanmasına yönelik bilinçli çabalar olmazsa, küresel salgının kalıcı etkileri, kaybedilen insani ve ekonomik potansiyel ve daha yüksek yoksulluk ve eşitsizlik biçiminde, yıllarca bizimle birlikte olacak” vurgusu yapılmıştır. ILO Genel Direktörü Guy Ryder’a göre insana yakışır işlerin olmadığı sektörlerin varlığı ve yaygınlaşması sonucunda, işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarının daha da göz ardı edilebileceğini söylemek, geçmiş deneyimlere ve verilere bakarak hiç de abartılı olmayacaktır.
Her yıl 250 ila 270 milyon iş kazası yaşanan, 160 milyon civarında meslek hastalığı vakası görülen ve yine bunlara bağlı olarak 2 milyon civarında çalışanın hayatını kaybettiği bir dünyada, salgının sürdüğü 2 yılı ile bu rakamların çok ciddi artışlar gösterdiğini ve çalışanlar üzerindeki tahribatının ne kadar yıkıcı olduğunu tahmin edebiliriz.
Bu ürkütücü tablo dünya ölçeğinde giderek derinleşmiş, çalışmak zorunda kalan yaklaşık 3,3 milyar insan doğrudan salgının hedefi olmuştur.
Diğer yandan, DİSK-AR’ın Mart 2022’de yayımladığı “2. Yılında Salgının İşçilere Etkisi” raporuna kısaca göz attığımızda ülkemiz özelinde salgının çalışma yaşamına etkilerinin küresel düzeydeki gelişmelerle paralellik arz ettiğini görmek mümkündür:
“11 Mart 2020’de başlayan ve 11 Mart 2022’de ikinci yılını dolduran Covid-19 salgını (pandemisi) sadece büyük insani tahribata yol açmakla kalmadı, salgın ciddi sosyo-ekonomik olumsuzluklar yaratmıştır. Önemli iş ve gelir kayıpları yaşanmıştır.”
Raporda salgından en olumsuz etkilenen kesimlerin başında işçiler, ücretli çalışanların geldiği belirtilerek; belirgin tahribatın hangi alanlarda olduğu sıralanmıştır:
-Ortalama ücretler düşmüş, asgari ücrete yaklaşmıştır.
–İşsizlik ve düşük ücret, iş ve gelir kaybına yol açmıştır.
–Pandemide yaşam ve geçinme zorlaşmış, borçlanma artmıştır.
-Çalışanların yetersiz gelirleri nedeniyle harcamalarda azalma yaşanmış, ucuz besinlere yönelim artmıştır.
-Devletin pandemiyle mücadelede ciddi bir sosyal politika geliştirmemesi sonucu işçilere sağlanan destekler yetersiz kalmıştır.
-Çok açık bir şekilde Covid-19’un bir işçi sınıfı hastalığı olduğu görülmüştür. Çalışma ortamlarında neredeyse %50’ye varan bir maruziyet yaşanmış olmasına rağmen, salgını fırsata çevirme ve küresel rekabette ön alma fırsatçılığı, üretimin kesintisiz sürdürülmesi sonucunu doğurmuştur.
-Büyük ölçüde güvencesizlik ve kayıt dışılığın kıskacında olan çalışanlar, salgın nedeniyle kısa çalışma, ücretsiz izin, evden çalışma vb. gibi yeni istihdam biçimlerinin geliştirilmesi gerçeği ile tanışmış, işçilerin dörtte üçünün çalışma biçimi değişmiştir.
Görüldüğü üzere, dünyada ve Türkiye’de çalışanlar, koronavirüs salgınına güvencesiz, esnek ve kayıt dışılığın belirgin olduğu ve işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamaları açısından kalıcı yetersizlik koşullarının yaşandığı bir süreçte karşı karşıya kalmışlardır. Dahası bu koşullar devam ederken, olumsuzlukların derinleştirilmesi bizzat iktidar eliyle gerçekleştirilmiş ve çalışanlar üretim ve kar için önlemsiz ve zoraki olarak çalıştırılmışlardır. Bu olumsuz koşullarda salgının çalışma yaşamında ve ilişkilerinde yarattığı tahribatı en derinden hissedenlerin çalışanlar olması, kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmıştır.
Güvencesiz, sosyal politika şemsiyesinden yoksun çalışan kitlelerin büyük ölçüde örgütsüz ve kırılgan çalışma biçimlerinin hakim olduğu koşullarda, salgınla bilerek karşı karşıya bırakıldığını açıkça söylemek gerekmektedir. Çalışanların sağlığı, bir bütün olarak halkın sağlığı ile doğrudan ilişkilidir. Çalışanların sağlık hakkının yok sayılarak üretimin devamının ve kar maksimizasyonunun sürekliğinin korunması, mevcut sermaye birikim rejiminin açgözlü sınıfsal karakterini ortaya koymuştur.
Pandemi süreci, özellikle geçici süreli işçiler, uzaktan çalışanlar, evde çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, dijital platformlar üzerinden hizmet veren işçiler gibi esnek çalışma sistemine tabi olan çalışanlar için tam bir cehennem olmuştur. Baştan savma önlemlerle, sorunu basitleştirerek ve önemsizleştirerek, maliyet kalemi olarak görülen önlemlerin bilerek alınmaması ve sermayenin açık bir şekilde korunması, acımasız çalışma koşullarını daha da görünür kılmıştır.
Bu süreçte iktidarın giderek artan baskı politikalarından ve sermayeyi açıktan desteklemesinden yüz bulan patronlar, her türlü kanunsuz uygulamaları dayatma yoluna gitmiştir. Esnek çalışma biçimlerine rahmet okutan düzenlemeleri yaşama geçirmişler ya da geçirmeye çalışmışlardır. Karantinada üretim, izole üretim bölgeleri, “MESS-safe” adı altında elektronik takip sistemi gibi öneriler ve uygulama girişimlerine tanık olunmuştur.
Bu yaklaşımlar bize şunu göstermiştir ki, çalışanlar için işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınması hiç önemli değildir. Önemli olan üretimim kesintisiz devamı ve acımasız sömürü mekanizmalarının güvence altına alınması olmuştur.
Yasal düzenlemeler bağlamında çalışanlar için işyerlerinde salgına özgü önlemlerin alınması gerekmekteydi. Çalışma ilişkileri ve ortamının salgının etkilerinden korunması Çalışma Bakanlığı’nın sorumluluğundayken ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ile ele alınması gerekirken, önlemler 1593 sayılı Umumî Hıfzıssıhha Kanunu’na göre alınmaya çalışılmıştır. Böyle olunca da illerde oluşturulan kurullardan işyerlerindeki salgına dönük acımasız kararlar çıkarılarak üretimin devamlılığı sağlanmıştır.
Salgın sürecinde Çalışma Bakanlığı’nın bilerek pasifize edilmesi yetmezmiş gibi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı TSE’nin ürettiği ve parayla sattığı “Covid-19 Hijyen, Enfeksiyon Önleme ve Kontrol Kılavuzu” ve bu çerçevede alınmış, “temiz işyerleri” belgeleri, salgınla mücadele görüntüsü altında pazarlanmış, sömürü ve bütün kötülükler gizlenmeye çalışılmıştır.
Yetki süreçleri ve müdahale eden kurumların görev alanları birbirinin işine bilerek sokulmuş, İçişleri ve Sağlık Bakanlığı üretim süreçlerine doğrudan müdahalede bulunmuştur. 6331 sayılı İSG Yasası, bağlı yönetmelikler ile işyerlerindeki ilgili kurullar tamamen işlevsiz hale getirilmiştir.
Örneğin, 6331 sayılı Yasa’ya bağlı olarak çıkarılmış “Biyolojik Etkenlere Maruziyet Risklerinin Önlenmesi Hakkında Yönetmelik” salgın döneminde gündeme bile getirilmemiştir.
Yetersiz Olan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Sistemi Pandemi Sürecinde Ortadan Kaldırılma Noktasına Geldi
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası 10 yıldır yürürlüktedir. Ancak bu müstakil yasanın COVID-19 salgınına karşı çalışanları etkin bir koruma altına aldığını söylemek mümkün değildir. Aksine, çalışanların çalışma ve yaşam koşulları salgında çok daha kötü hale gelmiş ve var olan ölümlü iş kazaları, kalıcı iş göremezlikler ile meslek hastalıkları tablosuna COVID-19 kaynaklı ölümler de eklenmiş ve tablo giderek ağırlaşmıştır.
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin son iki yıldaki verilerine baktığımızda, pandemi öncesinde, 2019 yılında en az 1.736 işçi iş cinayetlerine kurban giderken, 2020 yılında, salgının etkisiyle en az 2.427, 2021 yılında ise en az 2.170 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir. Ölüm nedenlerinin ortalama %31’inin COVID-19 kaynaklı olması, kuralsızlığı bir kez daha gözler önüne sermiştir.
DİSK’in yukarıdaki araştırmasıyla İSİG İstanbul Meclisi’nin yayımladığı 2 yıllık verilere bir arada bakıldığında COVID-19’un bir işçi sınıfı hastalığı olarak yaygınlaştığına dair tespit desteklenmektedir. Salgının iki yıllık sürecinde en az 1.400 işçi Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Bir diğer önemli ve vahim durum, salgına karşı yoğun özveriyle çalışan sağlık çalışanlarının durumudur. Yönetilemeyen salgının bütün olumsuzlukları sağlık çalışanlarına yüklenmiştir. Bu iki yıllık süreçte 550’nin üzerinde sağlık çalışanı, 200’ün üzerinde de hekim iş cinayetlerinde yaşamlarını kaybettiler.
Bütünsel bir işçi sağlığı ve iş güvenliği sisteminin yokluğunda karşı karşıya kalınan salgın sürecinde, çalışanların sağlık ve güvenliğinin sağlanmasın zaten mümkün olmayacağı, daha da ötesi bu doğrultuda bir niyetin bile olmadığı gerçeği gözler önüne serilmiştir.
DİSK’in Yaklaşımı
Salgın sürecinde çalışmak zorunda kalan milyonların bu süreçten nasıl etkilendiğinin açığa çıkarılması, çalışma koşullarında uygun önlemlerin alınmasının sağlanması ve gelir kayıplarının giderilmesine dönük tedbirler için mücadele başta olmak üzere pek çok konuda çalışmalar sürdüren DİSK, düzenli raporlarıyla kamuoyunu detaylı olarak bilgilendirmiştir.
DİSK, çalışanların salgına bağlı olumsuzluklar karşısında neler yapabilecekleri, işverenlerden neleri talep edebilecekleri, olumsuzlukların devamı halinde hangi yasal dayanakları kullanabilecekleri ile bunlar üzerinden meşru tepki ve örgütlenme yaratabileceklerine ilişkin bilgi verme ve bilinçlendirme faaliyetlerini sürdürmüştür.
Özellikle, 6331 sayılı İSG Yasası ve alt mevzuat düzenlemelerine dikkat çekerek, salgın karşısında işverenin sorumlulukları, risk değerlendirmesi, acil eylem planları, İSİG kurulları, işyeri İSİG temsilcileri, çalışmaktan kaçınma hakkı ve işin durdurulması gibi başlıklarda sendikalarımız, yöneticilerimiz ile temsilcilerimiz bilgilendirilmiş ve işyerlerinde COVID-19 ile mücadele güçlendirilmiştir.
Bu dönemde DİSK, işyerlerinde mücadelenin ve alınması gereken önlemlerin “Biyolojik Etkenlere Maruziyet Risklerinin Önlenmesi Hakkında Yönetmelik” çerçevesinde sürdürülmesi gerekliliği ısrarla savunulmuştur.
Bu yönetmelik çerçevesinde, risk düzeyinin “Grup 3” olarak sınıflandırılması gerektiğinin altı çizilmiş, buna göre örgütlü ve etkili olduğumuz işyerlerinde öncelikle salgının özelliği gözetilerek, bu duruma ilişkin olarak risk değerlendirmesinin yenilenmesi istenmiştir. Ayrıca “Acil Eylem Planı” hazırlanmasına yönelik çalışmalara önem verilmiş, işverenlerden bunun hazırlanması talep edilmiş ve ilgili kurullarda hayata geçirilmesinde yoğun çaba sarf edilmiştir.
Ayrıca, COVID-19 çalışanlar açısından hayati tehlike oluştururken bu yöndeki tedbirlerin alınmamış olmasının işyerlerinde bütünüyle işin durdurulması (6331/25.1) nedeni olacağı; bu yapılamadığında ciddi ve yakın bir tehlike olması sebebiyle de işçiler açısından çalışmaktan kaçınma hakkının bulunacağı (6331/13.1-13.3) bilgilendirmesi yapılmış ve bu konuda eğitimler verilmiştir. Bu sayede sendikalarımız güçleri oranında gerekli uyarıları etkili bir şekilde hayata geçirmekte tereddüt etmemişlerdir.
Nasıl ki tek başına bireylerin alacağı tedbirlerin COVID-19 açısından yeterli olması mümkün değilse, işyerlerinde yapılması gerekenlerin de sadece tekil işverenlerin niyet ve beklentilerine emanet edilemeyeceği açıktır. Bu yüzden devletin denetimi de dahil olmak üzere muhtelif araçlarla ve gerektiğinde idari tedbir ve yaptırımlar uygulanarak ilgili mevzuatın uygulanmasını yükümlülüğüne dikkat çekilmiş, gerekli ve uygun önlemlerin alınması için sürekli uyarılarda bulunulmuştur.
Buradan hareketle, başta zorunlu ve acil üretim yapan işyerleri olmak üzere çalışma yürütülen işyerlerinde, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun eksiksiz uygulanması ve aşılamanın hızla yaşama geçirilmesi ısrarla talep edilmiş, işyerlerinde sonuç alıcı eylemler düzenlenmiştir.
COVID-19’un çalışırken hastalığa yakalanan emekçiler için iş kazası ve sağlık emekçileri için ise meslek hastalığı olarak kabul edilmesinin bir zorunluluk olduğu ısrarla dile getirilmiştir.
Sonuç
Ülkemizde halihazırda çökmüş işçi sağlığı ve iş güvenliği sistemi, salgının sonuçları ile nerdeyse tamamen ortadan kalkmıştır.
Ne yazık ki COVID-19 salgınıyla geçen iki yılın sonunda siyasal iktidar “çarklar dönecek” politikasıyla sermayenin taleplerini harfiyen yerine getirdi. İnsan onuruna yaraşır iş için adım atmayan iktidar, sermayeye her türlü korumayı sağladı ve salgınla mücadele bunu bir başarı olarak göstermeye çalıştı.
Bütün bu yaşananların ve yaşanacak olanların önüne geçmenin yolu, ülkemizde sendikal hareketin gücünün büyümesi ve etkin biçimde örgütlenmesidir. Çalışma yaşamında güvencesizlik, kuralsızlık ve esnek çalışma biçimlerine karşı verilecek kararlı mücadele, bu özelliklere sahip bir sendikal harekete yönelimin en önemli kanalı olacaktır.
Buradan hareketle, sendikal örgütlenmenin önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması için mücadele olmazsa olmaz önemdedir. Aynı zamanda, işyerlerinde sendikal müdahalenin toplumsal bir denetim mekanizması olarak yaşama geçirilmesi, hem örgütlenme hem güçlü bir sendikacılık hem de kamusal bir işçi sağlığı ve iş güvenliği için önemli bir dayanak noktasıdır.
Orta vadede, sağlık, güvenlik ve çevreyle ilgili özerk-demokratik bir kurumsal yapının sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve üniversiteler ile birlikte yaşama geçirilmesi çabası daha da önemli hale gelmiştir. Ancak çok daha önemlisi örgütlü ve güçlü bir sendikal mücadelenin böylesi kurumsal ortaklaşmayı sağlayabilecek politikalar yaratabilmesi ve bu hedef etrafında bütünleşebilmesidir.
Bu hedefler somut bir gerçekliğe büründüğünde, devletin denetim ve yaptırım fonksiyonları da işlevli hale sokulabilir. İlgili meslek oda ve birliklerinin sürecin içinde aktif olarak yer alması, kamusal bir işçi sağlığı ve iş güvenliğinin olmazsa olmaz koşulu olarak düşünülmelidir.