Genel Başkanımız, "Sivas'ın 22. Yılında Katliamlarla Yüzleşme Paneli"nde konuştu
KATLİAMLARLA YÜZLEŞME: “1 Mayıs 77 Katliamı bir insanlık suçudur!”
Türkiye Barolar Birliği, Alevi Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından Sivas katliamının yıldönümü dolayısıyla düzenlenen “Sivas Katliamının 22. Yıldönümünde Yüzleşme” başlıklı panel, 30 Haziran 2015 Salı günü, Türkiye Barolar Birliği Av. Özdemir Özok Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
TBB Başkanı Av. Metin Feyzioğlu ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Gani Kaplan’ın açış konuşmalarıyla başlayan toplantıya Genel Başkanımız Kani Beko da “1977 1 Mayıs Katliamı” başlığıyla konuşmacı olarak katıldı.
DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun, “SİVAS’IN 22. YILINDA KATLİAMLARLA YÜZLEŞME” panelinde yaptığı konuşma:
Değerli Dostlar, Sevgili Canlar,
Bu topraklarda onlarca, yüzlerce, binlerce acıyla tanışmış ülkemiz insanları 2 Temmuz 1993’de yeni bir acıyı daha paylaştı. Bundan tam 22 yıl önce otel görevlileriyle birlikte 35 insanımız, devletin seyirci kaldığı bir katliamda diri diri yakılarak can verdi. Taksim’in, Maraş’ın, Malatya’nın, Çorum’un acıları anılarda tazeliğini yitirmeden vicdanlarımızda tarifsiz bir yara daha açıldı.
- Başka bir ülke bulamazsınız, devlet destekli politik cinayetlerin fütursuzca işlendiği…
- Başka bir ülke bulamazsınız, aydınlarının diri diri yakıldığı, öğrencilerin ve işçilerin onlarcasının bir arada katledildiği…
- Başka bir ülke bulamazsınız, “yangın yerinin” “Kebap Salonu”na dönüştürüldüğü…
- Başka bir ülke bulamazsınız, saldırganlar yerine mağdurların yargılandığı…
- Başka bir ülke bulamazsınız, Adalet Bakanı’nın katliamcıların avukatlığını yaptığı…
Sevgili Dostlar, Sevgili Canlar
Taksim 1 Mayıs 1977 Katliamı’na gelmeden önce izin verirseniz Madımak Yangını üzerine birkaç şey söylemek isterim.
Üzerinden yıllar geçmesine karşın, diğer politik katliamlarda olduğu gibi Sivas’ta da bütün deliller yok edilmiş, olayın gerçek yönlendiricileri yargı karşısına çıkarılmamış, bir şekilde tutulup yargılananlar kollanmış, hafif cezalarla göstermelik kararlar verilmiş ve en önemlisi de, Adalet Bakanlığı yapan bir şahıs tarafından savunulmuşlardır.
Madımak Otel’inde aydın, sanatçı, öğrenci, öğretmen toplam 35 insanın yaşamını yitirmesine karşın, yakılarak öldürülenlerin yerine sonradan Kebap Salonu açılmıştır. Bu durum akıl alır gibi değildir, zira geride kalanlarla adeta alay edilmekte ve “Sizi her gün yeniden yakıyoruz” denilmektedir.
Bu aymazlık inanılmaz bir “kin” boyutunda sergilenmektedir. Oysa toplumumuzun ve insanlığın ihtiyaç duyduğu şey, Sivas Katliamı’nın açığa çıkartılarak gerçek suçluların yargılanmaları ve gerici ırkçılığın, insanlık düşmanı anlayışların tarih karşısında mahkum edilmesidir.
Almanya’nın Solingen kentinde neofaşistler tarafından yakılarak öldürülen 5 Türk’ün evi, bir yıl sonra müze yapılmıştır. Bu durum, toplumda ayrılık ve farklılıkları derinleştirmemiş, aksine, gelecek kuşaklara gericiliğin ve ırkçılığın boyutları anlatılarak toplumun vicdanı tazelenmiştir.
Oysa bizde, gelen tepkiler üzerine, 18 yıl sonra, 2011 yılında “bilim ve kültür merkezi” yapılmıştır ancak. Bu utanç vericidir! Bir an önce yapılması gereken şey Madımak’ın, insanlık suçlarının teşhir edileceği, gericiliğe ve ırkçılığa “Utanç Müzesi”nin inşaa edilmesidir.
Değerli Dostlar, Sevgili Canlar,
Bu toprakların yaşadığı onca katliam ve cinayetlerden biri de işçi sınıfına yönelik olarak, sınıf mücadelesini bastırmak, sol ve sosyalizm düşüncesinin kitleselleşmesini engellemek için yapılan 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı’dır.
Sondan söyleyeceğim şeyi, baştan söyleyeyim:
Türkiye’yi, ABD, CIA ve Kontr-gerilla gibi örgütlerin yaratılmasını istedikleri ortama adım adım yaklaştıran ve 12 Eylül faşist darbesine götüren yola döşenen önemli taşlardan biridir 1 Mayıs 1977 Katliamı.
Yaşı uygun olanların anımsayacağı gibi, bu ortamı yaratmak için uzun süre faşist terör, cinayetler ve katliamlarla uygulanmış iç savaş politikaları, toplumu istenen psikolojik koşullara sürüklemişti. Toplumun terörize edilmesi, dehşet duygularının yayılması, geleceğin belirsizliği içinde cinayet, katliam ve ölüm korkusuna sürüklenmesi, artık geniş toplum kesimlerini, bir askeri darbeyi “kurtuluş” olarak görmeye sevk edecek düzeye ulaşmıştı. Toplumun devrimcilerden, namuslu demokratlardan ve emekçi sınıfların en bilinçli kısmından oluşan kesimi dışında kalanlar, demokrasiden söz edemez olmuştu.
12 Eylül İddianamesi’ne bile yansıyan, dönemin savcılarınca ve görgü tanıklarınca ifade edildiği şekliyle, bundan 38 yıl önce, Taksim 1 Mayıs Miting alanı çevresindeki binalarda, Intercontinental Oteli’nde, Sular İdaresi’nde pusuya yatmış kişiler, yüzbinlerce insanın üzerine otomatik silahlarla kurşun yağdırdılar. Yaylım ateşiyle birlikte panzerler hücuma geçti. Ses bombaları ve otomatik silahların ateşi, miting alanını bir anda savaş alanına çevirdi. Büyük bir panik başladı. Binlerce insan yerlere serildi; koşmaya, kaçmaya çalışan çok sayıda insan köşelerde sıkışarak, panzer altında ezilerek, kurşunlanarak can verdi.
Kazancı Yokuşu yönüne sürüklenen binlerce kişi üzerine beyaz bir Renault arabadan otomatik silahlarla ateş açıldı.
Yüzlerce insanın yaralandığı ve 30 civarında kişinin silah yarası taşıdığı bu katliamda savcılık kayıtlarına göre biri kimliği belirsiz olmak üzere 35 kişi yaşamını kaybetti. Bunlardan 5 kişi kurşunlanarak öldürüldü.
Alanın içinde ve dışında görevlendirilen panzerlerin siren çalmaya başlamaları, halkın arasında alanın o tarafına bu tarafına ilerlemeleri, ses bombaları atmaları ve bir yerlere sığınan halkın üzerine su sıkmaları, ateş açmaları; normal muhakeme ve soğukkanlılığını büyük ölçüde yitirmiş, can korkusu içindeki 300-400 binlik kitlenin panik içine düşmesini süratlendiren diğer bir etken olmuştur.
Bu arada şunu da belirtmeliyim ki dostlar; Taksim’de katledilen insan sayısı bu rakamdan fazladır. Zaten üstünkörü hazırlanmış iddianameye girmeyen ölümler vardır.
1 Mayıs Katliamı, 1977 erken genel seçimi öncesindeki kaos ortamında ortaya konulan olayların başlangıcı oldu ve aynı günlerde tezgâhlanan başka tertiplerle devam ettirildi. 77 Katliamı ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerde “Kontrgerilla” adı ve karanlık eylemleri daima yoğun bir tartışma konusu oldu ve ülkemizdeki gelişmelerde karanlık bir yer işgal etti.
İşte karanlıktan beslenen, 12 Eylül öncesi ve sonrasında işlenen faili meçhul siyasi cinayetler ve katliamların da başlangıcıdır 1 Mayıs 1977 Taksim saldırısı.
Bunu belgelerle anlatmak istiyorum.
ADIM ADIM 12 EYLÜL…
1977 1 Mayıs’ına yaklaşırken ortam zaten egemen basın yayın-araçları ve psikolojik savaş yöntemleriyle terörize edilmiş, emekçi sınıfların kitlesel 1 Mayıs kutlamaları üzerine koro halinde gidilmişti. Uğur Mumcu 29 Nisan 1977 tarihli Cumhuriyet’te “Korku…” başlıklı köşe yazısında şöyle yazmıştı:
“…İki yıldır ne ekildiyse o biçiliyor… Amaçları hep bu: Korku ve terör yaratacaklar… Herkesi ürkütüp korkutacaklar… (…) Bunların arkalarında, her ulusçu ve her ilerici eyleme karşı çıkan CIA var, CIA bürokratları var, kontr-gerilla var…”
Yine Uğur Mumcu, 1 Mayıs Katliamı’nın hemen ardından 6 Mayıs 1977’de şunları yazdı:
“1955 yılının 6/7 Eylül olaylarına yol açan olay Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında, bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Ergin tarafından konduğu anlaşılmıştı. Yassıada duruşmalarına kadar 6/7 Eylül olaylarının ‘solcular’ tarafından yapıldığı ileri sürüldü. İleri sürülmek ne kelime, birçok solcu bu gerekçeyle tutuklanmış, aylarca hücrelerde yatırılmıştı…
Atatürk’ün Selanik’teki doğduğu eve bomba koyan güvenlik görevlisi Oktay Ergin, şimdi nerdedir dersiniz? Emniyet Genel Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığı’nda… Oktay Ergin, 1 Mayıs toplantısı ile ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini üstlenmişti.”
1987 yılında, MİT’ten sorumlu eski Başbakan Yardımcılarından Sadi Koçaş, 1 Mayıs katliamının Kontr-Gerilla tarafından düzenlendiğini itiraf etti. 8 Mayıs 1987 günlü Hürriyet gazetesinde “1 Mayıs Olayı” adlı araştırma yazısında kendisine sorulan soruları cevaplandıran Sadi Koçaş, şunları söyledi:
“(…) Bunu tertipleyenler vardı. İç ve dış mihraklı, isteyenler vardı. (…) Kontr-Gerilla, gerillaya karşı biz Kontr-Gerillayız diyen bir takım insanlardan oluşan bir örgüt. Bunların, gerilla, komando oldukları kendilerinden menkul, ama bunlar bir makamdan yetki alıyorlar. Nedir o makam? Belki Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın emri var, bilemiyorum, ama Milli İstihbarat Teşkilatı olduğu kesindir. (…) Bazı isimleri tanıyorum, bunların içinden o zaman bu işleri yapan Binbaşı, Yarbay ve, Yüzbaşı gibi rütbeli kimselerden bahsedilirdi. Hatırladıklarım, MİT’de çalışıyorlardı. (…) Ama asıl suç emri verenlerindir.”
Sadi Koçaş, o dönemle ilgili olarak Kontr-Gerilla hakkında bildiklerini -hepsini yayınlamaması koşuluyla- gazeteciye anlatmış ve 1 Mayıs olayının: “1 Mayıs günü ortaya çıkmış bir olay değil, 1968-1969 ve 1970’lerden itibaren en az 7-8 senelik olayların bir birikimi olduğunu” söylemişti. Yani, Sadi Koçaş’ın gazetelerde yayınlanmış olanlarla sınırlı kalan anlatımlarından bile bir gerçek ortaya çıkıyor; Kontr-gerillanın yalnızca 1 Mayıs katliamından değil, bir bütün olarak geçmiş dönemdeki karanlıkta kalmış cinayet ve katliamlardan sorumlu olduğu anlaşılıyordu.
Çünkü 1 Mayıs olayı, ne yazık ki, tek olay olarak kalmamış, arkasından üniversite katliamları, K.Maraş-Çorum olayları gibi, kanlı tertip ve gerici ayaklanmaların yarattığı büyük katliamlar, gazetecilerden profesörlere uzanan toplumun bütününü sarsan sansasyonel cinayetler gelmişti.1980 öncesinin iç savaş ve terörü işte bu katliamlar ve cinayetlerdi. Bir eski başbakan yardımcısının “tanıyorum, biliyorum” dediği bu olayların tertipçileri yargılanmadılar. Bu teröre ve katliamlara karşı çıkanlar, direnenler, devrimciler, 1980 öncesi “anarşi ve terör” ortamının yaratıcısı olmakla suçlandılar ve yargılandılar.
Geçmişte işlenen ve faili meçhul bırakılan, yargısız infazlarla yapılan cinayetlerin, büyük kanlı kıyımların ve operasyonların karanlıkta bırakılması, zamanaşımlarına uğratılarak sonlandırılması veya hâlâ faillerine ulaşılmayan siyasi suikastların dosyalarının raflara kaldırılması, Hrant Dink cinayeti davasında olduğu gibi, olayın üzerine ciddiyetle gidilmemesi, Susurluk’taki kaza sonucunda ortaya çıkan kirli ilişkilerin üç beş kişiyle sınırlandırılarak göstermelik soruşturmalarla savuşturulması veya çeşitli tarihlerde bu türden olaylara karışan kamu görevlilerinin devlet organı içerisinde yıldızlarının parlatılarak daha yüksek görevlere getirilmeleri örnekleri de birer somut delildir. Çünkü devletin, istediği anda neleri çözebileceğini bu salonda bulunan herkes yakinen bilmektedir. Bütün bu katliamların karanlıkta bırakılması tamamen bir tesadüf müdür? Bu katliamları çözemeyen, çözmek için çaba sarfetmeyen devlet ya tamamen beceriksizdir ya da iyi niyetli değildir.
Bugün iyice gün ışığına çıkmaya başlayan bu gerçekler, 1977’lerin toz duman bulutu içinde gizlenebiliyor ve bu olayların tertipçileri pervasızca işlerini sürdürüyorlardı. Nitekim 1 Mayıs katliamı, 1977 erken seçimi öncesindeki kargaşa ortamında ortaya konulan olayların başlangıcı oldu ve aynı günlerde tezgâhlanan başka tertiplerle devam ettirildi.
KATLİAMCILAR DEĞİL, MAĞDURLAR YARGILANDI!
Aradan geçen 38 yıl boyunca (mağdurlara açılanı saymazsak) katliamla ilgili ne bir dava açıldı, ne de katliamın sanıkları ortaya çıkarıldı. Katliamdan sonra otobüslerden, vapur iskelelerinden 526 kişi toplanmıştı. Yani olayın mağdurları gözaltına alınmıştı. 422’si hakkında takipsizlik kararı verildi. 98 kişi hakkında açılan ve sonunda herkesin beraat ettiği dava ise 14 yıl boyunca sürdü.
1977 1 Mayıs kürsüsünden sekiz milimlik kamerasıyla çekim yapan ve o gün Saraçhane bölgesinin sorumluluğunu üstlenen DİSK avukatlarından Rasim Öz’ün bu konudaki açıklamaları Celal Başlangıç’ın Radikal’deki 1 Mayıs 2006 tarihli yazısında şöyle aktarılmıştı:
“Olayın gerçek faillerinin bildirilmesi için defalarca tezkere yazıldı emniyete. Hiç cevap gelmedi. Yüzlerce tanık dinlendi. Benim yaptığım çekimlerde Sular İdaresi’nin üzerinden ateş edenlerin görüntüsü de vardı. Delil olarak mahkemeye sunmuştuk bu filmi. Ancak o görüntüler kesilmiş. Yıllar sonra farkına vardık. Kim, nasıl yok etmiş bilinmiyor.”
KONTR-GERİLLA PARMAĞI!
1 Mayıs 77 Katliamı ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerde “Kontr-gerilla” adı ve karanlık eylemleri daima yoğun bir tartışma konusu olmuş ve ülkemizdeki gelişmelerde karanlık bir yer işgal etmiştir.
6 Mayıs günü CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e çıkıyordu. Korutürk, Ecevit’i Demirel’den önce kabul etmişti. Ecevit Çankaya’dan ayrılırken gazetecilere, “bazı kuşkuları” olduğunu belirtiyor, bunu ancak Cumhurbaşkanı’na açabildiğini söylüyor, ertesi gün CHP’nin İzmir mitinginde bu kuşkularını şöyle dile getiriyordu:
“Ben, devlet içinde yer almakla beraber, hiç değilse devlet gücünden kaynaklanmakla beraber, demokratik hukuk devletinin denetim alanı dışında kalan bazı örgütlerin, bu olaylarda başlıca etken olduğunu ve hükümetin iki kanadının da, gereken önlemleri alacak yerde, bu öğütlerden yararlanmak istediği kanısındayım.”
Geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz değerli yazar Cüneyt Arcayürek’in “Cüneyt Arcayürek Açıklıyor-7” kitabına kısaca bir göz atalım.
Eski Başbakan Bülent Ecevit, 7 Mayıs 1977 tarihinde Cumhurbaşkanlığı makamına gönderdiği mektubunda, bu konu ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunuyordu:
“Söz konusu örgüt, gerilla ve kontr-gerilla savaşları için ve her türlü yeraltı faaliyetleri için planlar yapar ve insan yetiştirir.’ (…) ‘Gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır.’ (…)
1974’e kadar, gizli olarak, Amerikalılardan mali destek görürdü. Amerikan askeri heyetleriyle bir binada çalışırdı. Amerikan mali desteğinin 1974’te sona erdiği bildirilmiştir. 12 Mart döneminde sözü çok geçen ve ‘kontr-gerilla’ denen kimselerin bu örgüte bağlı olma olasılığı vardır.
Bu örgüte iyi niyetli kimselerin dışında siyasal düşünceleri yönünden yurt savunması için gördükleri eğitimi Türkiye’deki şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır.
Çünkü bu eylemlerden bazıları, görünürdeki çoluk çocuk tarafından değil, ancak güçlü bir örgüt tarafından düzenlenebilecek niteliktedir. Özellikle 1 Mayıs 1977 Taksim olayı bu izlenimi vermektedir.
Bu örgütte görev almış, yönetici olarak çalışmış kimselerden bazılarının, emekliye ayrıldıktan sonra da bilgilerini ve yetiştirdikleri elemanları siyasal nitelikteki eylemler için kullandıklarını gösteren belirtiler vardır.”
(C. ARCAYÜREK, Cüneyt Arcayürek Açıklıyor-7, s.358)
1 MAYIS’TAN SUSURLUK’A!
Kazancı Yokuşu’nun başında 78’liler Girişimi adına “1 Mayıs 1977 Katliamının Dosyasını Açıyoruz” diyen Celalettin Can, dönemin karanlık ilişkilerine de dikkat çekiyordu.
“Katliamda rol alanların, dönemin ünlü MİT’çileri H. A., M. E., N. G. olduğu iddia edildi. Bu ekip 1971 darbesi ve Kızıldere operasyonlarından başlayarak tüm 70’li yıllar boyunca demokratik hareketin bastırılması için iş başındaydı. H. A. sonradan MİT Müsteşarı olacaktı. M. E. 1993-96 arasındaki kayıplar ve yok etmek politikalarında, 96’da ortaya çıkan Susurluk çetesinde kilit unsurdu. N. G. Susurluk sürecinde ‘gizli başbakan’ Özer Çiller’in danışmanı olacaktı. Sular İdaresi’nin üzerinde topluluğa ateş açan 20 kişilik grubu tutuklanmaktan ünlü polis şefi M. A.’nın kurtardığı iddia edildi. İddiaya göre M. A., grubu enterne eden Sular İdaresi bölgesinden sorumlu jandarma üsteğmeni A. E.’den teslim alıp serbest bırakmıştı. 70’li yıllarda onlarca yargısız infaz ve işkence davasının sanığı olan M. A.’nın 12 Eylül’den sonra yıldızı daha bir parlayacaktı. Emekli olmadan önce Antalya Emniyet Müdürü’ydü. Kendi döneminde Mehmet Eymür, Korkut Eken, ‘Yeşil’ lakabıyla bilinen Mahmut Yıldırım gibi ‘derin’ ilişkilerin Antalya’da iş tutması tesadüf değildi. Kontrgerilla cenneti Kıbrıs’ın Antalya’nın altında olmasını bunun yanına koymak gerekiyor.”
(Celal Başlangıç, Radikal, 1 Mayıs 2006)
MHP-ÜGD FAKTÖRÜ
ABD 1950’lerden sonra geri kalmış ülkelere faşizm ihraç eden bir politika izlemektedir. ABD Endüstri Kuruluşları Genel Sekreteri J. B. Casey bir konuşmasında şunları söylüyordu:
“Geçen savaşta faşistlerle savaşmak için komünistlerle birleştik, gelecek savaşta komünistlerle savaşmak için faşistlerle birleşeceğiz.” (D. WELSH, G. MORRIS, CIA… Akt: M. ERDOST, Ülke, s.1, sf.63)
Bu yüzden, günümüzde Amerikan Emperyalizmine bağlı kimi “geri kalmış” ülkelerde, ABD demokrasi değil faşizmi geliştirmektedir. Faşist güçler desteklenmekte ve devletin faşist bir karakter kazanmasına yol açılmaktadır.
Kısacası, faşizm 70’li yıllarda ABD emperyalizminin ülkemiz üzerindeki egemenliğinin bir biçimi ve aracı haline dönüşmüştür. Askeri darbelerin, MHP ve Ülkü Ocakları gibi yarı-askeri örgütlerin ve her türlü gericiliğin devletin koruma ve desteği altında geliştirilmesinin, yoksul halk yığınları üzerinde acımasızca sürdürülen baskı ve zulmün, katliamların, işkencelerin; özetle yakın tarihimizde yaşadığımız bütün gerçeklerin varıp dayandığı yer budur.
Sevgili Canlar, Değerli Dostlar,
1 Mayıs 1977 Katliamı’nın bizzat devlet tarafından örtbas edilmesine ilişkin verilecek örnekler sayısızdır.
Açılan tek davanın daha ilk oturumunda savcılık makamı, asıl faillerin mahkeme huzuruna getirilmesi talebinde bulunmuştu. Duruşma savcısı, ayrıca, dosyada bulunan fotoğraflardan 12 tanesinin Adli Tıp Başkanlığı’na gönderilerek, “Bu fotoğraflar üzerinde işaretlenmiş yerlerdeki pencere, dam ve çatı ve diğer yerlerde görülen kişilerin, mümkünse yüzleri belli olacak şekilde, bu olmadığı takdirde ne yaptıkları ve ellerinde ne bulunduğu anlaşılacak bir şekilde büyütülmesi”ni istemişti. Ama bunlar hiçbir zaman dava dosyasına giremedi.
Bu davanın iddianamesini hazırlayan altı savcı yardımcısı ise, iddianamede şu görüşlere yer vermişti:
“Intercontinental Oteli’nin önü yüzden fazla toplum polisi memuru tarafından korunduğuna göre, bu silahlı şahısların uzun menzilli silahların ile otele nasıl girip nasıl çıktıkları sorusu cevapsız kalmaktadır.
Hükümet komiserinin, yetkisinde olmasına rağmen çıkması muhtemel olayları ve bunların sanıklarını belirleyecek film ve fotoğrafçıları uygun yerlerde görevlendirmesi gerekirken, bu hususun yerine getirilmediği görülmektedir…”
Cevaplanamayan sorular bunlardan ibaret değildi. Bugüne kadar tutarlı bir şekilde yanıtı verilmeyen bu soruları bir kez daha ve sizlerin huzurunuzda sorarak vicdanlara seslenmek ve “yüzleşme”mizin boyutlarını ortaya sermek istiyorum.
- 1 Mayıs’tan önceki günlerde “1 Mayıs’ta kanlı olaylar çıkacağının” çeşitli şekilde sağ basında sürekli ele alınması büyük bir rastlantı mıdır?
- İlk silah sesleri duyulduktan kısa bir süre sonra Tarlabaşı kavşağındaki Adalet Partisi binasından kitlelerin ve DİSK görevlilerinin üzerine ses çıkartan patlayıcı maddeleri atanlar kimlerdir? Bunlar niçin yakalanamamıştır?
- Taksim Alanı polis tarafından kordona alınmıştı. Giriş ve çıkışlarda da arama yapılmıştı. Buna rağmen Renault marka bir araç içinde 4 kişi ellerinde silahlarla alana girmiş ve kitle üzerine ateş açmıştı. Daha sonra ise bu araç Gümüşsüyü tarafından kayboldu. Bu kişilerin görevi nedir? Kimlerdir ki, sıradan polis memurları bile bunlara müdahale edememiştir? Sonradan emniyet aracı olduğu iddia edilen bu araçta, Samsun’da görevli Alaattin adlı bir binbaşı bulunuyor muydu? Bulunuyorsa görevi neydi?
- Intercontinental Oteli 3 gün rezervasyon kabul etmemiş olduğu halde, 1 Mayıs sabahı Yeşilköy’den otele gelip yerleşen ve olaydan sonra Salı akşamı İstanbul’u terkeden yabancı bir kafile var mıydı? Bunlarla ilgili ciddi bir araştırma yapılmış mıdır?
- Bu otel günlerce öncesinde boşaltılıp kontrolden geçirilmiş olmasına, giriş ve çıkışlar yasaklanmasına ve otelin 4, 5, 6, 7 ve 8. katları tamamen polislerce kullanılmasına rağmen, bu katlardan kitle üzerine kimler nasıl uzun menzilli silahlarla ateş edebilmişlerdir? Kapıda nöbet tutan 100’ü aşkın resmi polis nasıl olmuş da bu silahlı kişilerin giriş ve çıkışına müdahale etmemiştir?
- Yine otelin yanındaki “İnşaat Ozalit” yazılı binadan, Pamuk Eczanesi üstündeki katlardan ve emniyetçe boşaltılıp aranmış olmasına rağmen çiçekçinin bulunduğu binadan kimler kitlenin üzerine 2 bini aşkın mermi boşaltmıştır? Binalara silahları ile girip, silahları ile nasıl çıkmışlardır?
- Pamuk Eczanesi’nin üst kalında, sahibi tarafından pazar günü açılmayan bir otomobil acentasının kapısını anahtarla açıp giren, bir süre çekirdek yiyip, sigara içerek bekleyen, oradan dışarı ateş ettikten sonra silahları dosyalar arasına saklayıp çıkanlar kimlerdi?
- Taksim Sular İdaresi duvarı üzerinden, elleri başının üzerinde indirilenler kimlerdi? Ve neden salıverilmişlerdi?
- Panzerlere ısrarla kim emir vermişti? Ve panzerleriyle su sıkıp, siren çalarak, bomba atarak ve ateş ederek biri kimliği belirsiz 35 kişiden 29’unun ezilerek ölmesine sebebiyet veren emniyet müdürleri, istanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararına rağmen neden bulunamadılar?
- Mahkemenin tezkere ve talimatlarına rağmen, bu makamlar neden mahkemeye cevap verme gereği bile duymadılar?
- Yaylım ateşlerinden sonra panzer, Sular İdaresi ile DİSK/Oleyis binası arasında ve Tarlabaşı girişinde otomatik silahlarla ateş açanların önüne geldiği halde neden geriye dönmüştür?
- Sular İdaresi üzerinde ellerinde uzun menzilli silahlar bulunan sivil giyimli kişilerin, katliamdan önce de orada bulunduğu resim ve filmlerle sabittir. Bu kişilerin resimleri büyütülerek, Adli Tıbba gönderilmesine rağmen bu kişilerin kimler olduğu neden polis tarafından açıklanmamıştır?
- Sular İdaresi arkasında görevli Jandarma Komando Birliği Komutanı Abdullah Erim, “Buradan ateş edenlerin 20’sini yakalayıp Taksim Parkı’ndaki tuvaletin arkasında bulunan askeri birliğe teslim ettim. Sonradan Emniyet yetkilileri gelip bu kişileri ‘Emniyete götüreceğiz’ deyip oradan almıştır” demesine rağmen bu kişilerin yargı önüne çıkartılmasına kimler engel olmuştur?
- Ateş açılan noktalar herkesçe görülmesine rağmen, polis, neden bu binaları kuşatıp katilleri etkisiz hale getirme teşebbüsünde bile bulunmadı?
- Adli Tıp’a büyütülmek üzere gönderilen fotoğraflar nasıl ve neden kayboldu?
- Günün polis telsizlerinin bant kayıtları nasıl kaybolmuştu ve neden yıllar sonra “yandaş” basında yer aldı?
- Bu kanıtlara rağmen, mağdurlardan oluşan 98 kişi dışında neden kimse yargılanmadı? Dönemin emniyet müdürleri, içişleri bakanı ve başbakanı bu katliamın üstünün örtmek için neden ellerinden geleni yapmışlardır?
- 2 Mayıs 1977 günü akşamı İçişleri ve Adalet bakanlarının yaptığı ortak açıklamada gerçekler niçin tahrif edilmiştir? İlk silah atışlarının miting alanının dışından, Tarlabaşı girişinden geldiği halde bakanlar niçin ilk atışların alan içinden yapıldığını öne sürmüşlerdir? Çevre binalardan açılan yaylım ateşlerinden niçin söz etmemişlerdir?
- Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, katliam kendisine daha önce ihbar edilmiş olmasına rağmen, neden katliamı önleyecek girişimlerde bulunmamıştır? Bu ihbarı kendisine yapanları neden yargı önüne çıkartmamıştır?
Evet Dostlar,
Tüm acılarımıza karşın inançlarımızı, düşüncelerimizi özgürce dile getirebileceğimiz bir dünya yaratmanın umudunu yeşertmek zorundayız.
Yas tutarak, ağıtlar yakarak hiçbir yere varamayız. Yitirdiklerimiz, demokrasi mücadelesinin ertelenemez bir görev olduğunu hatırlatmaktadır. Onları ağıtlarla değil, uğrunda yaşamlarını verdikleri insanlığı, demokrasiyi ve özgürlükleri toplumda egemen kılarak yaşatabiliriz.
İnsanlık düşmanı gericiliği ve ırkçılığı, Madımak katliamına ve tüm insanlık dışı cinayet ve katliamlara yol açan bütün siyasal eğilimleri bir kez daha kınıyor, yitirdiğimiz canları 22 yıl sonra aynı duygularla anıyoruz.
Hepinizi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK adına selamlıyor, mücadelenizde, mücadelemizde başarılar diliyorum.