Image Map

“Sosyal Diyalog, Sürdürülebilir Kalkınma ve Çalışma Yaşamının Geleceği” konferansında DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun sunuşu

 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Türkiye Ofisi tarafından düzenlenen “Sosyal Diyalog, Sürdürülebilir Kalkınma ve Çalışma Yaşamının Geleceği” konulu konferansta DİSK’i Genel Sekreterimiz Arzu Çerkezoğlu temsil etti. 12 Mayıs’ta düzenlenen Konferans kapsamında, akademisyenler ve ILO uzmanlarının sunumlarının yanısıra, çalışma yaşamının taraflarının katıldığı panel de gerçekleştirildi.

Sosyal tarafların “sosyal diyalog ve çalışmanın geleceği” hakkında bakış açılarını sundukları ve tartıştıkları panelde şu isimler yer aldı:

  • Cengiz Delibaş

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Genel Sekreter Yardımcısı

  • Pevrul Kavlak

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Genel Sekreter

  • Osman Yıldız

Hak İşçi Sendikalar Konfederasyonu (HAK-İŞ), Genel Sekreter

  • Arzu Çerkezoğlu

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Genel Sekreter

 Genel Sekreterimiz panelde gerçekleştirdiği sunumda, organizatörlerce panelistlere daha önce yöneltilen soruları yanıtladı:

Soru 1:

“ILO temsilcisinin de ifade ettiği gibi, işgücü piyasalarının ve işlerin geleceğini belirleyecek eğilimler değişiyor. Teknolojik gelişmeler bir taraftan bazı geleneksel işleri ortadan kaldırırken, diğer taraftan yeni işler yaratıyor. Tarihsel olarak doğrulanmış olan teknolojik gelişmelerin istihdam üzerindeki bu etkisinin, Sanayi.4.0 kapsamında da doğru olup olmayacağı üzerine küresel düzeyde çok fazla tartışma yürütülüyor. İş yaratma ve yok etme etkilerinin yanısıra, işlerin niteliği üzerinde de tartışmalar devam ediyor. Tüm çalışma hayatı boyunca aynı işte ve işyerinde çalışma yönündeki eğilim giderek zayıflıyor. Burada da zihinleri istihdam biçimlerinin ne olacağı sorusu kurcalamaya başlıyor. Özellikle kendi adına çalışanların ve standart dışı çalışanların yoğun olduğu işlerde çalışanların statü ve haklarını korumak konusu önem kazanıyor. Giderek daha esnek, kısa süreli ve geçici işlerin, yani standart-dışı istihdam biçimlerinin ağırlık kazanmasıyla daha da mobil hale gelen çalışanların topluma ve emek piyasasına entegrasyonlarının nasıl olacağı, sosyal korumanın nasıl sağlanacağı, çalışma haklarının (ücret, iş sağlığı güvenliği vs.) nasıl güvence altına alınacağı konuları önemli bir sorun alanı olarak duruyor.

Bu küresel eğilimler ışığında, Türkiye’deki çalışma yaşamının geleceğinde işlerin niteliği, niceliği ve çalışma ilişkileri açısından ne tür olumlu ya da olumsuz değişiklikler bekliyorsunuz? Bu çerçevede bizleri bekleyen fırsatlar ve sorunlar neler olabilir?”

Yanıt: Teknolojik değişimin işçi-işveren ilişkisini, işgücünün niteliklerini, istihdam ve çalışma koşullarını etkilediği elbette doğrudur. Ancak istihdamda ve işgücü piyasalarında son 40 yılda yaşanan radikal değişimi tek başına teknolojik değişim ile açıklamayı, teknolojik determinizm olarak değerlendiriyor ve çok da doğru bulmadığımın altını çizmek istiyorum. Teknoloji, üretim sürecini ve çalışma yaşamını etkileyen dışsal bir faktör değildir. Aksine teknoloji, üretim süreci ve çalışma yaşamındaki güç ilişkileri etrafında şekillenir ve hayata geçirilir. Tarih, teknolojik gelişmelerin işçilerin hakları aleyhine kullanıldığı bir dizi örnekle dolu olduğu kadar, teknolojinin daha güvenceli işler, daha güvenli çalışma koşulları, aynı ücretle daha düşük çalışma saatleri için kullanılması da mümkündür. Kısacası teknolojik gelişmelerin hangi sınıfın lehine sonuçlar doğuracak biçimde hayata geçirileceği, toplumsal sınıflar arasındaki güç dengelerine göre değişmektedir.

Bu nedenle “Çalışma hayatı boyunca aynı işte ve işyerinde çalışma yönündeki eğilimin giderek zayıflaması” olarak ifade edilen olgu, yani esnek çalışma ve güvencesizlik sadece teknolojideki değişimle açıklanamaz. Neoliberal dönüşüm, işçi sınıfı örgütlerini ve hak arama süreçlerini hedef alarak, zayıflatarak, güvenceli ve insana yaraşır işleri tahrip etti. Bahsi geçen teknolojik değişimler, sermayeyi sınırlandıran her türden toplumsal denetimin yok edildiği bir ortamda, insana yaraşır işleri yok etmek için kullanıldı. Bu süreç çalışanların değil sermayenin bir eğilimi olarak tarihe geçti. Böylece 21. Yüzyılda dünya ölçeğinde yaşanan büyük  işçileştirme dalgası, işçi sınıfının milyarlarca yeni üyesini daha esnek ve güvencesiz işlere mahkum etti. Evden çalışma, tele çalışma, yarı zamanlı çalışma, özel istihdam büroları, taşeron gibi istihdam biçimleri geniş bir güvencesiz işçi sınıfı kitlesi yarattı. “Standart-dışı” istihdam biçimlerinin iş gücü piyasalarındaki ağırlığı artarken, “standart” denilen sendikalı, kısmen güvenceli çalışma istisna halini aldı. Mekan esnekliği, zaman esnekliği, statü esnekliği gibi kavramlar etrafında atomize edilmiş geniş bir işçi sınıfından oluşan bir toplumsal yapıyla karşı karşıyayız.  Bu noktada standart dışı çalışanların, “topluma ve emek piyasalarına entegrasyonu” meselesi ile değil standart dışı, daha doğru bir ifadeyle güvencesiz çalışanlardan oluşan bir toplum ve emek piyasası sorunu ile karşı karşıyayız.

Parçalanmış, atomize edilmiş bir işçi sınıfından oluşan toplum, sermayenin ütopyasına uygun olabilir. Ancak şurası açıktır ki işçileşmiş bir toplumdaki atomizasyon ve işçi sınıfı içi rekabetin şiddetlendirilmesi, insanlığın tüm medeniyet birikimi için tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya çapında yükselen ırkçılık, aşırı sağ, kökten dincilik böylesi bir parçalanmış toplumsallıktan beslenmektedir.

Türkiye de bu küresel eğilimlerden bağımsız değildir. Hatta bu küresel eğilimlerin işçi sınıfı açısından en acı sonuçlarının yaşandığı bir ülkelerden biridir. 2016 ITUC Küresel Haklar Endeksi’ne göre Türkiye, “Hakların güvence altında olmadığı ülkeler” kategorisinde yer almıştır. Çalışmak için dünyadaki en kötü ülkelerinin sıralandığı endekste yer alan bu beşinci kategori, Suriye, Libya gibi savaş nedeniyle yasaların hayata geçirilemediği ülkelerden sonraki en kötü kategoridir.

2015 OECD İstihdam Görünüm Raporu Türkiye’de istihdamın güvencesiz karakterini ortaya koymaktadır. Raporda yer alan geçici süreli çalışma ve bir yıldan az süreli çalışma oranlarına ilişkin veriler, Türkiye’de yüksek oranda geçici işçilik olduğunu ve çalışanların önemli bir bölümünün bir yıldan az süreli işlerde çalıştığını ortaya koymaktadır. OECD ortalamasına göre geçici (belirli süreli iş sözleşmesiyle) çalışanların oranı yüzde 11,4 iken Türkiye’de bu oran yüzde 13,2 düzeyinde. Türkiye 17 OECD ülkesinden daha yüksek geçici işçi oranına sahip. Kiralık işçilik uygulamasıyla birlikte geçici çalışma oranının daha da yükselmesi söz konusu olacak.

OECD raporunda Türkiye’de istihdamın güvencesiz yapısıyla ilgili bir başka dikkat çekici bulgu iş sözleşmelerinin süresine ilişkindir. Rapora göre 12 aydan daha kısa süreli çalışanların toplam istihdam içindeki payı OECD ortalamasında yüzde 17,6’dır. Türkiye’de ise 12 ay ve daha kısa süreli çalışanların toplam istihdam içindeki payı yüzde 27,7 düzeyindedir. Türkiye OECD ülkeleri içinde 12 aydan kısa süreli sözleşmelerle çalışmanın en yoğun olduğu üçüncü ülkedir. Gerek geçici iş sözleşmesiyle çalışanların gerekse 12 aydan kısa süreli çalışanların istihdam içinde yüksek oranlara sahip olması Türkiye’de istihdamın güvencesiz ve eğreti niteliğinin en önemli göstergesidir.

Kiralık işçilik uygulaması ile birlikte istihdamın güvencesiz yapısının daha da artacaktır. Çalışma yaşamında esnekliği artırmak için gündeme getirilen “Kıdem tazminatının fona devri gibi” gibi planlar hayata geçirilirse, emek açısından tam anlamıyla bir cehennem olarak tarif edilen Türkiye’de ateşin altına daha çok odun atılmış olacaktır.

Soru 2:

Sizce endüstri ilişkilerinin, sosyal ortakların, ikili ve üçlü sosyal diyaloğun bu yeni dönemde rolü ne olmalıdır? İstihdam biçimlerinden bağımsız olarak, işçilerin veya işverenlerin temsil edilmesi açısından yeni mekanizmalara ihtiyaç var mı; mevcut mekanizma ve örgütler yeterli mi? Üçlü mekanizmaların yanısıra diğer aktörlerin mesela sivil toplum kuruluşlarının da sosyal diyalog mekanizmalarına katılması gerekir mi? İşçi ve işveren örgütleri olarak bu değişimi nasıl algılıyorsunuz ve gelecekte örgütlerinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Sosyal taraflar arasındaki işbirliği geleceğin çalışma hayatında nasıl geliştirilebilir ve Bakanlığın bu yönde kolaylaştırıcı rolü ne olmalıdır?”

 Yanıt:

Sosyal diyalogun mekanizmalarının genişletilmesi elbette önemlidir ancak daha da önemlisi diyalogun, diyalogun gerçek bir diyalog olması, bir anlamı ve karşılığının olmasıdır. Sosyal diyalog taraflar arasında olur.  Taraflardan birinin sistematik olarak zayıflatıldığı, gelişiminin engellendiği, müdahalelere maruz kaldığı bir ortamda diyalog gerçekçi bir tanımlama olmamaktadır. Maalesef ülkemizde bu mekanizmalarda karşı karşıya kaldığımız gerçeklik monologdur.

Bu monologu yaratan sosyal taraflardan birinin, işçilerin sendikal haklarının büyük bir baskı altında olmasıdır. Mevzuat nedeniyle sendikaya üye olup, işverenin/hükümetin tercih etmediği sendikaya geçip işten atılmamak, üye olduktan sonra yetki almak, yetki aldıktan sonra toplu görüşme yapmak, bunu toplu sözleşmeyle sonuçlandırmak neredeyse imkansız hale gelmiştir. Türkiye’de toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısının yüzde 4-5 arasında olması “diyalog” kavramının altının ne kadar boşaltıldığının açık bir göstergesidir. İşçiler dışındaki sosyal taraflar, sendikal haklara yönelik baskıcı/sınırlayıcı mevzuatı korumak istemektedir.

Gerçek bir diyalog eşit güçler arasında olur. Ancak Türkiye’de işçilerin güçleri sistematik olarak sınırlandırılmaktadır. İşçilerin en önemli gücü üretimden gelen güçleridir. Ancak Türkiye’de anlaşmazlık durumunda grev hakkını kullanmak mevzuatla oldukça güç hale getirilmiştir. Tüm mevzuat engellerini aşıp grev hakkını kullanan işçilere karşı da Bakanlar Kurulu devreye girmektedir.  Grev ertelemeleri neredeyse rutin hale gelmiştir. Son dönemde etkili olma potansiyeli taşıyan grevlerin tamamı bakanlar kurulu tarafından ertelenmiş, gerçekte fiilen yasaklanmıştır

Teorik olarak diyalog mekanizmalarını geliştirmekle yükümlü olan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının altında imzası olan grev ertelemeleri ile işçi sınıfı güçsüzleştirilmekte, böylece diyalog yerini monologa bırakmaktadır.

Bu sorunların çözümü yeni mekanizmalar yaratmaktan öte, diyaloğun taraflarından birini güçsüzleştirmeye yönelik politikalardan vazgeçilmesidir. Sendikal barajlar, işyeri, işkolu barajları kaldırılmalı, sendikalı olan/sendika değiştiren işçilerin işten çıkarılmasına/baskı altına alınmasına karşı ağır yaptırımlar getirilmeli, işveren olarak hükümetin sorgusuz sualsiz/mahkeme kararsız işten çıkarma uygulamaları son bulmalı, sonra oturup mekanizmalar konuşulmalıdır.

Soru 3:

“Gelişen teknolojinin ortaya çıkardığı yeni üretim ilişkileri ve iş yapma biçimleri dikkate alındığında, mevcut istihdam ve eğitim/mesleki eğitim politikaları ve düzenlemeleri sizce yeterli mi? İnsan kaynağının niteliği açısından gelecekte  ortaya çıkması muhtemel ihtiyaçların ve zorlukların aşılması için ne gibi yeni politikalar ve düzenlemeler yapılabilir? Sizler, işçi ve işveren örgütleri olarak, çalışanların yeni beceriler edinmesi ve beceri uyumsuzluğunun giderilmesi için neler yapabilirsiniz? Ne tür işbirlikleri geliştirebilirsiniz?”

Yanıt:

Üretimin esnekleşmesi ve güvencesizleşmeyi “teknoloji” ile açıklayan yaklaşıma yine bir şerh koyarak bu soruya yanıt vermeye çalışayım.

Öncelikle Türkiye’de temel ihtiyacımız, eğitim hizmetlerinin herkes için parasız, ulaşılabilir, bilimsel ve nitelikli olmasıdır. Bilgi ve beceri düzeyinin güçlendirilmesi, güncel becerilerin edinilmesi için kamu yatırımlarının yükseltilmesi gerekmektedir.  Böylesi bir eğitim politikasının yoksulluğu giderici ve toplumsal refahı sağlayıcı etkisi olacağı açıktır.

Var olan işgücü eğitim düzeyinin yükseltildiği; ulaşılabilirlikte cinsiyet eşitliğinin sağlandığı; mesleki eğitimin kalitesinin yükseltildiği bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Öte yandan eğitimde 2012’deki 4+4+4 düzenlemesi sonrasında açık lisede okuyan öğrenci sayısının yüzde 63 arttığı, gençlerin örgün eğitimden uzaklaştığı, liseye giden her yüz öğrenciden 15’inin din adamlığı mesleği eğitimi aldığı bir ülkede bunları konuşmak lüks olarak görülebilir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun geçtiğimiz yıl yayımladığı “Kapsayıcı Büyüme ve Kalkınma Raporu”nda Türkiye mesleki eğitim alanında kendi gelir kategorisindeki 26 ülke içinde 25’inci sırada yer almıştır. Çocuk gelinlerin ders kitaplarına girdiği Türkiye’nin eğitimde cinsiyet eşitsizliği kategorisinde de 26 ülke arasında lider olması şaşırtmamaktadır. Yine 26 ülke arasında GSYİH’ye oranla devletin eğitime aktardığı kaynak bakımından Türkiye sondan üçüncü durumda. Belki de buna bağlı olarak Türkiye eğitimin niteliğinin açısından da sonda üçüncü.

Bir başka sorun da vasıflı işgücünü ülke içinde tutmaktır. Vasıflı işgücünü ülke içinde tutma kapasitesi açısından ise Türkiye kendi gelir grubundaki 26 ülke arasında yine oldukça gerilerde, 17’nci sırada yer almaktadır. Böylesi bir emek cehenneminden kaçabilecek nitelikleri olan kendini kurtarmaktadır ve maalesef ülkemizdeki politik ve ekonomik gelişmeler bu kaçışı artırma potansiyeli olan olgulardır.

Açıkçası Türkiye’de acil ihtiyaç nitelikli değil uysal işgücü olarak görülmekte, bu eğitim politikalarına da yön vermektedir.

Bizler diğer sosyal taraflardan destek göremesek de, bilimsel, nitelikli ve parasız eğitimi savunmaya devam edeceğiz.

Soru 4:

Bu dönüşümün toplumda eşitsizlik ve yoksulluğu artırmaya yönelik yaratacağı olası olumsuz etkiler de “Çalışma Yaşamının Geleceği” girişiminde konuşulan ve tartışılan meselelerden biri. Orta sınıfın azalması ve eşitsizliğin artması konuşulan kötü senaryolar arasında yer alıyor. Çalışma Yaşamının Geleceğinde meydana gelebilecek değişikliklerin yaratabileceği daha fazla eşitsizlik ve yoksulluğun azaltılması ve hatta önlenmesi için ne gibi politikalar ve önlemler uygulanmalıdır? Sosyal tarafların bu konudaki rolü ne olmalıdır? Kullanılabilecek mekanizmalar ve araçlar neler olmalıdır, örneğin toplu pazarlık süreci iyi bir araç olabilir mi?

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın geleceğin çalışma hayatındaki yeri ne olmalıdır? Sosyal taraflarla nasıl bir işbirliği geliştirmelidir?”

Yanıt:

Dünya çapında eşitsizliklerin hızla arttığı artık tüm kesimler tarafından kabul edilen bir gerçeklik. Düşük ücretler, güvencesizlik, tüm meta dışı alanların metalaşması ve sermaye birikiminin konusu haline gelmesi eşitsizlikleri ve yoksulluğu giderek büyütmektedir. Güvencesiz, ucuz işgücü ordusunun yaratılması da, emeğin yeniden üretimi için gerekli tüm temel ihtiyaçların metalaşması da işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve zayıflatılması ile mümkün olmuştur. Çözüm de burada gizlidir. Eşitsizliğin ve yoksulluğun insanlık tarihinde de somut sonuç alınmış bilinen en etkili çaresi işçi sınıfının örgütlenmesidir.

Toplu sözleşme kapsamındaki işçi oranı ile gelir dağılımındaki adalet arasında gözle görülür ve doğrudan bir bağın olduğunu gösteren, ILO’nun da yayınladığı çok sayıda araştırma mevcuttur.

Sadece işletme düzeyindeki toplu sözleşmeleri değil sektörel ve ulusal düzeydeki toplu pazarlık ve toplu sözleşmeleri yaygınlaştırmak da gelir eşitsizliğini azaltmada etkili araçlar olacaktır.

Tabii burada özgür bir toplu pazarlık ve toplu sözleşme süreci işlemesi şarttır. Yani grev hakkının olmadığı, sendika seçme hakkının mevzuatla ve baskılarla yok sayıldığı bir ortamda özgür bir toplu pazarlık sürecinden bahsedilemez. Bu noktada 6356 sayılı yasanın evrensel demokratik standartlara uygun bir yasa haline getirilmesi zorunludur.

Bir diğer somut öneri olarak da, Türkiye’de 6356 sayılı yasada yer alan teşmil sistemini işlevli hale getirmeyi ve toplu iş sözleşmelerini sendikasız işyerlerine de uygulamayı tartışmak gerekmektedir. Dünyada bunun etkili bir sosyal politika aracı olarak uygulamasının çok sayıda örneği mevcuttur.

Ancak her şeyin ötesinde Türkiye’de işgücü piyasaları her açıdan dünyada parmakla gösterilen kuralsızlıklarla, hak ihlalleriyle maluldür. Kayıtdışı çalışmanın bu kadar yaygın olduğu, kuralsızlığın kural haline geldiği, işyerlerindeki en temel denetimlerin bile uygun biçimde yapılamadığı, her gün yaklaşık 5 işçinin çalışırken öldüğü, sermaye kesimini toplum adına/kamu yararı sınırlandıran yetersiz düzenlemelerin bile hayatta karşılığının olmadığı bir ülkede, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çalışma yaşamındaki yerine dair bir tartışma oldukça önemlidir.

Türkiye’deki sistem değişikliği ile beraber 2019’dan sonra var olup olmayacağı dahi bir kişi tarafından belirlenecek bir Bakanlıktan beklentimiz, en azından o döneme kadar Bakanlığın yasayla belirlenmiş temel görevlerini yerine getirmesidir.

Konuya dair basında çıkan haberler için tıklayınız

ITUC ETUC