EMEK TARTIŞMALARI DEVAM EDİYOR!..
TEMSİLCİLERE MEKTUP
Konfederasyonumuzun 40. yıl kutlamalarını sürdürüyoruz. Toplantılar yapıyor, kurucularımızı anıyoruz. 40 yıllık arşivimizi saklımız gizlimiz olmadan toplumsal alana açtık. Aydınlarla, sanatçılarla bir araya geldik.
Bu çerçevede, akademisyenlerle beraber EMEK TARTIŞMALARI başlığı altında toplantılar düzenledik. Bu toplantılar şu başlıklardan oluştu:
1. Türkiye’de İşsizliğin Çözüm Yolları ve Sendikalar,
2- İşçi Sınıfı, Siyaset ve Oy Verme Nedenleri,
3- İş ve Sosyal Güvenlik Yasalarında Değişim: Yeni Eğilimler,
4- Sosyal Politikada Dönüşüm: Sağlık ve Sosyal Güvenlik,
5- Avrupa Birliği Sürecinde Sendikalar,
6- Eğitim ve Mesleki Eğitimde Yapısal Dönüşüm,
7- Türkiye’de Kadın ve Sendikalar,
8- Dünyada Sendikal Hareket,
9- Sosyal Politikada Dönüşüm: Konut ve Barınma Sorunu.
Bu tartışmaları farklı bir yöntem kullanarak hep birlikte yapmak istiyoruz.. Tabanın söz ve karar sahibi olma ilkemizi farklı bir yöntemle hayata geçireceğiz.
Her konuya ilişkin hazırlanacak mektupları sendikalarımızın işyerleri temsilcilerine ulaştıracak, birlikte tartışacak ve çözüm yolları arayacağız. (İş ve Sosyal Güvenlik Yasalarında Değişim: Yeni Eğilimler konulu raporu aşağıda göreceksiniz.)
Bizim istediğimiz bu tartışmalara katılmanız ve çevrenizle genişletmenizdir. Uygulamaları iyice izlemenizdir.
Türkiye’de; temel sorunlar büyümekte, sendikal hareket güç kaybetmekte, kazanımlarımız genel bir saldırı altında geriletilmektedir.
Bu süreçte karşılıklı bilgi akışına, sorunlara birlikte çözüm aramamıza, birlikte mücadelenin yükseltilmesine daha çok ihtiyacımız var.
Türkiye’nin temel sorunlarını kendi sınıf çıkarlarımız açısından değerlendirmek ve çözüm önerileri geliştirmek zorundayız. Biz bir tarafız. Biz emek tarafıyız. Bizlerin konuları değerlendirmelerimiz de farklıdır. Farklı olmalıdır.
NOT: Bu konularla ilgili düşüncelerinizi, görüşlerinizi bize mektupla ileteceğiniz gibi, internet üzerinden [email protected] e-mail adresine de gönderebilirsiniz. Veya sayfanın en altında “YORUM YAPIN” butonundan yorumlarınızı bize iletebilirsiniz.
EMEK TARTIŞMALARI-1
YENİ LİBERAL POLİTİKALARA KARŞI ÇALIŞMA HAYATININ VE SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNİN KORUNMASI
ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK YASALARINDA DEĞİŞİME KARŞI ÇIKIŞ
Çalışma hayatımızı düzenleyen hukuki yapıyı, yasalarla ilgili gelişmeleri, bunların gelecekte nasıl olacağını tartışabilir, öngörülerde bulunabiliriz. Ama daha önemlisi, hayatımızı çevreleyen sorunlara ilişkin kendi özgün çözüm önerilerimizi, düşüncelerimizi geliştirebilmektir. Bunu hakkıyla yapabilmek için çalışma hayatımızın geçmişini ve bugününü gözden geçirmeli, nesnel olarak değerlendirmeliyiz.
Çalışma hayatında sosyal hukuk düzenlemeleri sanayi devrimi ile başladı. Sanayi devrimi işçileşme, işçi sınıfının ortaya çıkması demektir. O yıllardan bu yana işçilerin, işçi örgütlerinin temel ilkesi, sosyal hayat ve çalışma koşulları bakımından emeğin korunması ve geliştirilmesi oldu. Zorlu mücadelelerle geçen yılların ve uzun sancılı bir sürecin sonunda çalışanlar belirli haklar kazandılar. Ekonomik ve sosyal hayatın gelişmesinde ilerletici gücü oluşturdular. Kısaca çalışma hayatını düzenleyen hukuk, zaman içinde sosyal gelişmenin ayrılmaz parçası ve aynası oldu.
Ama 70’li yıllardan sonra durum değişti. Krizler ve krizlere sermayenin bulduğu “çözümler”, çalışma ve sosyal hukukla sosyal gelişme arasındaki ilişkiyi derin bir şekilde etkiledi, bozdu. “Yeni” liberal politikalar, çalışma hayatını piyasa toplumuna bağımlı kıldı. Sosyal politikalar piyasanın işleyişini ve rekabet koşullarını bozan unsurlar olarak değerlendirilmeye başlandı.
Artık sosyal hakların gelişimi üzerine tartışılmıyor. Sosyal hakların nasıl törpülenebileceği, aşındırılabileceği tartışılıyor. Çalışma hakkı ve emeğin çok yönlü güvenceye kavuşturulması yerine, hakları yok eden “kuralsızlık”, hep sermaye lehine yorumlanan “esneklik” egemen oldu. Çoğulculuk ve dayanışmanın yerini bireycilik ve her türlü güvencenin ortadan kaldırılması aldı. Bugün işsizlik ciddi bir ekonomik sorun, sosyal açıdan ise derin bir yaradır. Buna sosyal hayatı düzenleyen hukukun krizi de denebilir.
SOSYAL GÜVENLİK YASALARINDA DEĞİŞİM
Geçtiğimiz yüzyılda liberal anlayışın farklı uygulamalarına, bireyci sosyal ekonomik düzenin ve hukuk sisteminin derinleştirdiği yoksulluk ve sömürüye karşı işçi sınıfı çok yönlü mücadele yürüttü. Bu çabalar sonucu bazı ülkelerde sosyal devlet uygulamaları etkinlik kazandı. Özellikle sosyal güvenlik hakkı, sosyal devletin önemli bir kazanımı oldu.
Bu nedenle günümüzde sosyal güvenlik yasalarındaki değişiklikleri, sosyal devletten uzaklaşma girişimleriyle birlikte değerlendirmek, birlikte tartışmak gerekir. “Yeni eğilimler”le anlatılmak istenen sosyal devletten, neoliberal-yeni liberal devlete yönelme baskısından, sosyal devleti aşındırma eğiliminden başka bir şey değildir. “Reform” adı altında sunulan sosyal güvenlik alanındaki değişikliklerle, gerçekte sosyal güvenliğe “hayır” denilmektedir. Güvenlik “sosyal yardım”a dönüştürülüyor. Sosyal devletin en önemli görevi olan düzenleme ve sosyal hakları güvence altına alma görevi terkediliyor. Devlet müdahalesi, “serbest piyasanın işleyişi zarar görüyor” gerekçesiyle emeğin aleyhine sonuçlandırılıyor.
Şimdi yeni “sosyal güvenlik yapılanması” modeli, TİSK, TÜSİAD, IMF, Dünya Bankası gibi ulusal ve uluslararası örgütlerin baskılarıyla gerçekleştirilen ve küresel çapta uygulamaya konulan sosyal devleti ortadan kaldırma stratejisinin önemli bir parçası haline gelmiştir. “Yeni eğilimler” ve “sosyal güvenlikte reform” uygulamalarıyla bireyci sosyal ekonomik düzen vahşi bir biçimde uygulanmak istenmektedir.
Kısacası, çalışanların pirim ödeyerek ka
tkıda bulunduğu, biriken fonların etkin yönetim yoluyla korunduğu, yaşlılık, işsizlik ve hastalık gibi durumlarda çalışanların hak sahibi olarak sigorta sistemi çerçevesinde yararlandığı sosyal güvenlik sistemi, “reform” arayışlarına kurban ediliyor, “ekonomik sistem çöküyor” bahanesiyle devletin temelindeki yerinden sökülüp atılmak isteniyor.
Oysa uluslararası hukukta ve anayasamızda herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu açıkça yazılıdır. Ayrıca Yargıtay ve özellikle Anayasa Mahkemesi kararlarında sosyal güvenlik, sosyal devlet ilkesine bağlanmış, sosyal devlet de, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyan devlet olarak tanımlanmıştır. Anayasa Mahkemesi sosyal güvenlik hakkını insan onuru ve yaşama hakkıyla doğrudan ilişkilendirmiş, sosyal devletten her türlü uzaklaşmaya karşı bir tutum benimsemiş, sosyal devlet ilkesinden sapmaları reddetmiştir. Öte yandan bazı Avrupa ülkelerinde Türkiye’ye benzer olumsuz bir süreç yaşanmakla birlikte, AB normlarında da sosyal güvenlik temel bir insan hakkı olarak benimsenmiştir.
Neoliberalizm ekonomik krizlerin nedeni olarak sosyal devleti göstermektedir. Bu açık bir saptırma ve demogojidir. Ekonomik durgunluğun ve işsizliğin nedenleri arasında sosyal harcamaların ve sosyal güvenliğin gelişmişliğinin gösterilmesi kabul edilemez. Gerçekte krizin nedeni sermaye düzeninin kendisidir. Reform adı altında piyasa işleyişinin gerekleri neden gösterilerek, devletin son aşamaya kadar sessiz kalmasına, sorumluluklarından kaçmasına ve ağırlığını ekonominin gerekleri adı altında sermayeden yana koymasına boyun eğilemez.
Bugün çalışanlara dayatılan modeli, bir sosyal güvenlik modeli olarak onaylamak olanaksızdır.
ÇALIŞMA YASALARINDA DEĞİŞİM
Sosyal devletin ortaya çıkışı ve güçlenmesi en dar anlamda bile emeğin haklarına yasal güvenceler sağlanmasıyla gerçekleşmiştir. Geniş anlamda ise emeğin yasal bir güvenceye kavuşması, onun kurucu rolünün hukuki düzenlemelerde de benimsenmesi anlamı taşır. Bir başka anlatımla, sosyal hakların ve özellikle kollektif hakların anayasal düzenleme içinde yer alması ve tüm diğer düzenlemeler için bir dayanak, bir temel oluşturmasıdır. Sosyal devlet, işçi sınıfının tarihi mücadelelerinin kazanımlarının bir sonucudur. Bu, işçilerin örgütleri, sendikaları aracılığıyla ve toplum adına serbest piyasa düzenine, ücret sistemine müdahele edebilmeleri demektir.
Oysa “yeni” liberal görüş ve uygulamalar ile çalışma yasalarıyla ilgili sözde “reform”ların temel amacı, emeği toplumun kurucu unsuru olmaktan çıkarmak, dışlamaktır. Bireyci sosyo ekonomik düzenin, bireyci hukuk düzeninin egemen kılınması, işçilerin, sendikaları aracılığıyla sosyal hak arayışı için topluca hareket etmelerini zorlaştırmayı, önlemeyi amaçlamaktadır. Burada çalışma yasaları olarak bireysel ve kollektif hakları düzenleyen yasalar önem kazanıyor. Bu yasalarda gerçekleştirilen kavram değişiklikleri, elde edilen hakları yok etme eğilimini ele veriyor. Örneğin, iş hukukunun temel ilkelerinden biri olan “işçinin korunması” ilkesi “işyerinin korunması”na dönüştürülmekte, özü ortadan kaldırılmaktadır. Bu nedenle çalışma yasalarındaki değişikliklerin hukuk tekniğine indirgenmesinin önüne geçilmeli, sahte reform önerileri sınıfsal ilişkiler kapsamında değerlendirilerek, karşı politikalar geliştirilmelidir.
Karşı karşıya kalınan bu durumda, çalışma yasalarını koruyacak ve geliştirecek olan toplumsal güçler arasındaki ilişkileri yeniden işçi sınıfı lehine çevirmenin yolları aranmalıdır. Bu mücadele, sendikal hareketin bir bütün olarak ekonomik, sosyal ve siyasal güç kullanımını harekete geçirmesi, doğru, tutarlı bir irade ortaya koyabilmesiyle başarıya ulaşabilir.
İşçilerin mücadelesini başarılı kılabilecek bir diğer öncelik de toplumsal özgürlüğün güçlenmesine katkı sağlamaktır. Bu katkı sağlanamazsa, “işçiler harekete geçer, grev gerçek bir hak alma aracına dönüşürse ekenomi ve demokrasi zarar görür” masalı yaygınlaşacaktır. Demokrasi ve özgürlüğün tehlikeye gireceği korkusunun yarattığı baskı ile sessizleştirilmiş kitleler, gerçekleştirilecek olumsuz yasal düzenlemelere karşı dilsiz ve eylemsiz kalırlar. Yeni liberal hareketin savunucularının işçi hareketinin istemlerini görmezden gelmelerinin nedeni ve gerekçesi budur. Sosyal devlet bu nedenle tasfiye edilmekte, makro ekonomi dogmalarıyla sosyal haklar budanmak istenmektedir. Böylelikle demokrasi ve özgürlük mücadelesi yığınların, sınıfların işi olmaktan çıkartılmakta, bireylerin çaresiz eylemine dönüştürülmektedir. İşte bu nedenle işçi sınıfının güç ilişkilerini belirleme kabiliyeti önem kazanmıştır. Bir başka deyişle, sendikal hareketin toplu pazarlık hakkını içeren ekonomik fonksiyonu, toplumsal politikalarda söz sahibi olma fonksiyonuyla bütünleşmelidir. İşçi sınıfının mücadelesi genel demokratikleşme mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını ve onun itici gücünü oluşturmalıdır.
DEVLETİ EMEĞE DUYARLI KILMAK
Yeni liberal politikalarla mücadele edebilmek, yasal alandaki değişiklikleri etkileyebilmek ideolojik, siyasal, ekonomik ve hukuksal alanlarda gösterilecek çabaya sıkı sıkı bağlıdır. Burada temel amaç devleti işçi sınıfının isteklerine karşı duyarlı hale getirmek olmalıdır. İşleyişi çelişkilerden bağımsız olmayan devleti, işçi sınıfının politikalarına, etkileme kanallarına açık hale getirmek büyük önem taşımaktadır. Bir diğer anlatımla sermayenin devleti sahiplenmesine karşı yeni mevziler kazanmak gerekmektedir. Bu nedenle yeni liberal politikaların ekonomi ile siyaseti birbirinden ayıran, ekonominin işleyişini mutlak yasalara bağlıymış gibi gösteren anlayışını reddetmek gereklidir. Ekonomik faaliyetler tümüyle toplumsal alana aittir, siyasi faaliyetler ve ekonomik alan birbirinden ayrı düşünülemez. Ekonomi siyasete, dolayısıyla da sosyal devlet ilkesine tabi kılınmalıdır. Bu amaca ulaşabilmek, yeni liberal politikaları geçersiz kılabilmek için yoğun, tutarlı ve kollektif bir çaba gereklidir.
Bu mücadele açısından önem taşıyan bir nokta da, mücadeleyi iç hukuk alanına hapsetmekten kaçınmaktır. Türkiye’de egemen olan anlayışı kırarak, mücadeleyi yalnızca iç hukuk temelinde yürütmekle yetinmemek, ulusüstü hukuk temelinde de somutlaştırabilmek zorunludur. Sosyal hukuk alanında anayasal anlamda Türkiye’yi bağlayan uluslararası sözleşmeler ve antlaşmalar, Anayasanın 90. maddesi gereği uyulması zorunlu hükümler haline gelmiş bulunmaktadır. Artık siyasal iktidarlar, yargı ve tüm sosyal sınıflar bu yeni duruma uymak zorundadırlar. Burada “serbest piyasa ekonomisinin gerekleri” türünden bir gerekçe geçerli olamaz.
Sonuç olarak önceliğimiz çalışma ve sosyal güvenlik yasalarında gerilemeyi reddetmek, madde değişikliklerinin ötesinde ulusüstü hukuka da dayanarak, sosyal hukuk açısından temel hak ve özgürlüklerin önünü açan, yasal bir ortam yaratmaktır.
Bu, sosyal devletin yeniden benimsenmesiyle, emeğin kurucu unsur olarak kabul gördüğü, güvenceye sahip toplumsal bir yapıyla eş anlamlıdır.
Bu amaçlara ancak kararlı ve tutarlı bir mücadeleyle ulaşılabilir.
EMEK TARTIŞMALARI-2
< strong>TÜRKİYE’DE İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜM YOLLARI VE SENDİKALAR
I- İŞSİZLİK EN ÇOK DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR AMA ORADA KALMAZ
İşsizlik, işsiz kalma korkusu kendini her geçen gün daha fazla hissettiren sorunlarımızdan biri, belki de en önemlisi. Günümüzde işsiz kalmak ya da iş bulamamak ateşten gömlektir. Bu gömleği giyen, giymek zorunda kalanlar için hayat zorlaşır, çekilmez hale gelir. İşsizlerin sayısı hesaplarında farklı yöntemler kullanan, işsizlik başvurusunda bulunmayanları, çalışabilir durumda sayılmayanlara istatistiklere almayan resmi rakamlara göre Türkiye’de yaklaşık 2 milyon 400 bin insan işsiz. Daha gerçekçi çalışmalarda işsizlerin sayısının 4 milyon 974 bin kişiye ulaştığını görüyoruz.
İşsizlik sorunu sadece iş bulamayanları değil, çalışanları da yakından ilgilendiriyor. İşsiz kalma korkusu çalışanlar üzerinde önemli bir baskı aracına dönüşüyor. Bu korku, çalışanların işlerini korumak, kaybetmemek için her şeye boyun eğmelerine, haklarını savunmakta çekingen davranmalarına yol açıyor. Ülkemizde aile içi dayanışma son yıllarda ekonomik zorlukların da dayatması, bireyciliğin kıykırtılması gibi nedenlerle zayıfladı. Oysa bu dayanışma işsizlik gibi bir sorun karşısında önemli bir sığınak oluyordu. Yok olan bu dayanışma ağlarının yerini AKP gibi partiler ve yandaşlarının yoksulluğu sömürmesi aldı. Dayanışmanın yerine koşullu yardım paketleri geçti. İşsizlik ve yoksulluk bu kesimler için siyasal birer kazanıma dönüştüğü ölçüde, çalışan veya iş bulamayanların örgütlü mücadelesi de geriliyor.
Türkiye’de resmi (2 milyon 400) ya da gerçek (4 milyon 974 bin) işsizlik rakamları, sorunun sadece işsiz kalanların sorunu olmadığını gösterir nitelikte. İşsizlik yalnız işsizler için değil, yukarıda söylediğimiz gibi çalışanlar, ama siyasiler için de kaygı konusudur. Rakamların gizlenmesinin, çarpıtılmasının nedeni budur. İş yalnızca rakamlarla oynamakla kalmaz. İşsizliğin faturasının ekonomiye ve siyasete çıkarılmaması için de önlemler alınır.
Bu çarpıtmalarda temel, hakim eğilim işsizliği işsiz kalanın suçu haline getirme eğilimidir. İşsizliğin nedenleri tartışıldığında sorun gündelik dilde “bir baltaya sap olamadın” ya da “olamadım” diye tanımlanır. Yani sorun öncelikle işsiz kalanın yeteneksizliği ve donanımsızlığına bağlanır. Bu, liberalizmin temel mantığına uygun bir yanıltma, sorunu gizleme, örtme çabasıdır. Sermayenin sözcülüğünü yapan liberal aydınlar bir adım daha atarak işsizliğin temel nedenini devletin sosyal politikalarına bağlamaya çalışırlar. Devletin işsizliği hafifletmeye yönelik istihdam vergilerinin, devletin güvencesi altında sürdürülen bazı sosyal içerikli yasal düzenlemelerin emek piyasasında katılıklara yol açtığı iddia edilir. Demek isterler ki, bu konuya devlet karışırsa iş piyasası serbest olmaktan çıkar, emeğin ücreti piyasada belirlenemez olur. Kısacası ucuz işgücünün önü kesilir. Sonuçta sermaye ve onun çıkarlarını ifade eden akademisyenler/teknisyenler sorunu beceriksiz birey ile aşırı müdahaleci devlete bağlıyorlar. Nedenler bu şekilde sıralanınca, sözde çözümler de bu nedenlerden yola çıkılarak bulunur. Genel yöntemleri işsizliğin gerçek kaynaklarını, gerçek nedenlerini aramadan, tartışmadan çözümlere geçmek, sermayenin çıkarlarına uygun çözümler üretmektir.
II- İŞSİZLİK SORUNUNA NASIL BAKMALI?
İşsizlik sorunu her şeyden önce toplumsal bir sorundur. Yani tüm toplumu ilgilendirir. Bir toplumda işsizlerin sayısının yüksekliği yalnızca ekonomik durumla değil, toplumsal durumla da yakından ilgili bir olgudur. Sosyal hayatın tümünü etkiler. Yakınlarınızdan başlayarak pek çok kişinin işsiz olması sizi de etkiler. Genel bir hoşnutsuzluğun yaygınlaşmasının yanı sıra işsizlik pek çok kesimin alım gücünün düşmesi, orta ve küçük ticaretin durgunlaşmasına da yol açar.
İkincisi işsizlik sınıfsal bir olgudur. İşçi sınıfının temel sorunlarından birisidir. İşsiz sayısının fazlalığı yalnızca işsizleri değil, sınıfın tümünü yakından ilgilendirir. Sermaye işsiz yığınları göstererek ücretleri düşürmeye, sosyal hakları kısıtlamaya çalışır. İşsizlikle mücadele hiç bir zaman sermayenin önemli bir sorunu olmamıştır. İşsizlik ancak toplumsal huzursuzluklara yol açar endişesi yarattığı zaman sermayenin gündemine girer. Sermaye için doğal olan daha düşük ücretlerle çalışmaya hazır işsizler ordusu yaratmak, işsizlerden böyle bir kitle oluşturmaya özen göstermektir. Bu da sorunu özellikle sendikaların temel sorunu haline getirir.
İşsizlik sözkonusu olduğunda ilk görmemiz gereken sorunun sınıfsal bir sorun olduğudur. İşsizleriyle birklikte tüm işçi sınıfını ilgilendirir. Giderek çalışanların tümünü, çalışanlarla ilişki içindeki kesimleri etkiler. İkinci olarak işsizliğin temel kaynağını, temel nedenini ortaya çıkarmak gerekir. İşsizlik işsiz kalanın kendisinden kaynaklanmaz. Sorunun nedeni, içinde yaşadığımız kapitalist toplumdur. İşsizlik, kapitalist toplumda farklı toplumsal kesimlerin değişen durumlarından, serbest piyasa ekonomisinin örneğin kentleşme gibi, tarım kesiminin plansız tasfiyesi gibi dayattığı ya da zorunlu kıldığı süreçlerden kaynaklanır. Sorunu bu şekilde ortaya koyduğumuzda sendikaların da sorunun harekete geçmesi gereken öznesi haline geldiği ortaya çıkar.
III- TÜRKİYE’DE ARTAN İŞSİZLİĞİN KAYNAKLARI
İşsizliğin temel nedenleri, asıl kaynakları sistemin kendisinde aranmalıdır. Ama bu nedenler kendilerini somut bazı kaynaklara dayanır, somut bazı biçimlerde gösterirler.
a) Tarımsal dönüşüm
İşsizliğin en önemli kaynaklarından biri tarımsal alanda yaşanan dönüşüm sürecidir. Toplam nüfus içinde kırsal nüfus oranı görece olarak diğer kesimlerle karşılaştırıldığında yüksektir. Bu, benzer ülkeler içinde sadece Türkiye’ye özgü bir durumdur, işsizliğin önemli kaynaklarından da biridir. Türkiye’de kırsal alandaki çözülmeye bağlı kırdan kente göçler, 1980’lerle başlayan ve 1990’ların sonunda resmi politikalar haline gelen neo-liberal tarım politikaları ile daha da hızlanmıştır. Tarımsal alandaki desteklerin azaltılması, belirli alanlarda ortadan kaldırılması, kırsal nüfusun ayakta kalma mücadelesini zorlaştırmış, bu da kırdan kente göçlerin artmasına neden olmuştur.
b) Kamu yatırımlarında azalma ve özelleştirme
İşsizliğin bir diğer nedeni ise kamu harcamalarının daraltılmasıdır. Bunu hızlanan özelleştirmeler izledi. Her ikisi de, kamu yatırımlarının azaltılması ve özelleyştirmeler yığınsal işsizliğe yol açtı. Kamuda istihdam gözle görülür bir şekilde azaldı. Kamu harcamalarındaki azalmanın ama daha da önemlisi özelleştirmenin, sanayi yatırımlarının az olduğu bölgelerde etkileri başka bölgelere göre daha fazla oldu. Çünkü bu bölgelerde yeni kamu yatırımları yapılmadığı gibi varolanlar da özelleştirilerek tasfiye edildi.
c) İthal sanayi malı ve ucuz döviz politikaları
Türkiye’de sanayileşme ve kapitalistleşme geliştiği ölçüde yatırımların bileşenlerinde önemli değişikli
kler yaşanmıştır. Özellikle katma değeri yüksek alanlarda yatırım yapma eğilimi beraberinde nitelikli ama ucuz girdiye olan gereksinimi artırdı. Büyük fabrika sahipleri bu sorunu ucuz ithalat ile çözme yolunu seçtiler. Büyük üreticilerin bu sınıfsal tercihleri kendini YTL’nin aşırı değerlenmesi ya da düşük değerli döviz kuru politikasıyla kendini gösterdi. Yabancı malları Türkiye açısından ucuzlatan bu politikalar, küçük ve orta boy işletmelerin hızla kapanmasına yol açmıştır. Küreselleşmenin olanaklarını kullanmak isteyen, özellikle ihracata yönelmiş sermaye gruplarının ithalata yönelmesi ithalata dayalı üretimin ve ihracatın artmasına neden olurken, diğer yandan işsizliğin artmasına da neden olmuştur. Yani işleyen sürecin meyvesini büyük sermaye sahipleri toplarken, maliyetini-eziyetini işsiz kalanlar yüklenmiştir.
d) İnsanları işinden eden makineler ya da insanı dışlayan büyüme modeli
İşsizliğin Türkiye için yeni ve ancak gelişmiş kapitalist ülkelerde uzun zamandan var olan yapısal karakterlerinden biri de üretim sürecinde ileri teknolojiler yani emek tasarrufuna yol açan teknolojiler kullanmak olmuştur. Yani çalışan insanların yerini makineler almaya başlamıştır. Kapitalistler dünya ölçeğinde rekabet sürecine dahil oldukları ölçüde, kısa sürede en az girdi ile en fazla üretim yapacak organizasyonlara yöneldikçe, genel olarak emekçiler ama daha çok da işsiz kalan emekçiler sürecin en kırılgan tarafını oluşturmaya başladılar. İnsanı, özellikle emek-gücünü satma dışında başka çaresi olmayan insanları dışlayan bu mekanizma Türkiye’de son yıllarda iyice belirginleşti. Sanayinin genel olarak sınırlı olarak büyüdüğü, buna bağlı olarak yeni teknolojilerde istihdamın sınırlı kaldığı koşullarda, eğitim ve meslek içi eğitim de işsizliğin artmasına neden oldu. Kapitalizmin Türkiye’de ulaştığı yeni aşamayı göstermesi açısından önemli olan bu gelişme, eğer sanayi ve hizmet sektörlerinde eğitimle birlikte olması gereken genişleme gerçekleşmezse önümüzdeki dönemde işsizliğin temel kaynaklarından biri olacak niteliktedir.
IV- İŞSİZLİĞE AİT VERİLER VE İŞSİZLİĞİN FARKLI KESİMLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
İşsizliğin kaynakları konusundaki bu değerlendirmeler işsizliğin toplumun tüm kesimlerini eşit ölçüde etkilemediğini de gösteriyor. Kadınlar işsizliği erkeklere göre sadece daha yüksek oranda yaşamıyorlar, aynı zamanda işten ilk çıkartılanlar da kadınlar oluyor. Kadınların işsizliği yaşamaları kırda veya kentte olmalarına göre de farklılık gösteriyor. Kentlerde genç kadınlar arasında işsizlik oranını yüzde 27,5 gibi yüksek bir düzeyde olduğunu biliyoruz. Yine kent ve kırsal alanda işsizlik farklı etkilere sahip. Kentlerde kırlara göre, gençlerde ise yetişkinlere göre daha yüksek oranda işsizliğe rastlanmaktadır. İşsizliğin Türkiye’ye dağılımına baktığımızda burada da işsizlerin az sayıda büyük kentte yoğunlaştığını görüyoruz. İşsizlerin yarıya yakının (yüzde 47) İstanbul, Çukurova, Ankara ve İzmir gibi dört merkezde toplandığını görüyoruz.
İşsizliğin son yıllarda ortaya çıkan bir yeni eğilimi de, eğitimli nüfusta işsizlik oranlarının her iki cinsiyet içinde yükselmekte oluşudur. Ama öte yandan, işsizliğe ilişkin önemli bir yeni eğilim de, iş bulma umudunu kaybedenlerin sayılarında gözlemlenen artış olmuştur.
V- SERMAYE İŞSİZLİĞİ DE KENDİ ÇIKARLARI İÇİN KULLANMAKTA
İşsizliğin artmasında temel etken kapitalist toplumsal ilişkilerin işleyişi iken, işverenler bu sorunu kendi sınıfsal çıkarlarını güçlendirecek biçimlerde dile getiriyorlar. İşsizliğin temel nedenlerini genellikle, ücretlerin yüksek olması, eğitim ve mesleki donanımın yetersiz olması, işten çıkarmanın zor olması gibi faktörlere bağlıyorlar. İşsizlik fonunda biriken paraların istihdam yaratmak için işverenlere aktarılması ve dahası istihdam vergileri olarak tanımlanan bazı vergilerin azaltılmasına yönelik talepler, sermayenin sorunun çözümünden çok sorunu kendi çıkarı doğrultusunda kullanma eğilimi içinde olduğunu gösterir nitelikte.
VI- İŞSİZLİĞE KARŞI ALTERNATİF POLİTİKALAR
a) Sendikalar taraftır
Çalışma hayatı dışında kalanları işsizleri de temsil eden sendikalar taraf olmak zorundadır. İş dünyası ve sermayenin soruna yaklaşımları yukarıda işaret ettiğimiz gibi sorunu çözmekten çok sorunu kendi çıkarına kullanma yönündedir. Sorunun kaynağında iş dünyasının ve sermayenin olduğunu bilmek, anlamak ve anlatmak gereklidir. Bu anlamda sermaye ve hükümetlerin soruna yaklaşımı işsizlerin sorunlarını değil, işsizliğin ekonomiye ilişkin sonuçlarını nasıl ortadan kaldırırız yönünde oluyor. Doğru çözümlere ulaşmak için ise işsizliğin kaynaklarının gösterilmesi ve öncelikle işsizlerin düyünmek gerekiyor.
Bu sorun sendikaları yapısal açıdan da ilgilendiriyor. Özellikle işsizliğin artması işçilerin örgütleri olar sendikaların tabanının erimesine de yol açıyor. İlk etki sendika üyeliklerin azalması ve bu yolla örgütlü gücün kaybolmaya başlaması, dolayısı ile çalışanların sahip oldukları mevzilerin terk edilmesi anlamına gelmektedir. İşsizliğin artmasının sendikalar üzerindeki en önemli etkilerinden biri de işsizler ordusunun çalışanların ücretleri üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılması ve dahası ücretlerin düşmesidir. 2001 krizi sonucu artan işsizlikle birlikte ücretlerin düşmesi yakın dönemde yaşanan bir gerçeklik olarak henüz unutulmamıştır.
b) Organik dayanışma
Kapitalizm güç kazanıp geliştikçe, üretimin örgütlenmesinde, emek üzerindeki denetiminde hızlı değişiklikler ortaya çıkmaktadır. Bu değişikliklerden en önemlilerinden birisi üretimin fabrikalardan sokaklara ve evlerin içine yönelmesidir. Bu süreç, enformel yani kayıtlı olmadan çalışanların sayısını arttırmış, formel, tam zamanlı çalışan işçilerin sayısının azalmasına neden olmuştur. Sermaye enformel alanda işçileri daha uzun süreli çalıştırabilmekte ve daha da önemlisi işten kolayca çıkartabilmekte. Kayıtsız işlerin sayısındaki artış, işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki temel engellerden biri olmaktadır. Sendikalar iş hayatının bu vahşi yöntemine karşı çıkarken, sermaye örgütleri ve devletle işbirliği yapmak yerine, bu alanda çalışanların da sendikal hareket içine taşımayı hedeflemelidir. Sermayenin enformel kesimi sözde ortadan kaldırma talebi, tıpkı işsizliği önleme adına geliştirdiği politikalar gibi kendi yararına kullandığı bir söylemden ibarettir.
Son yıllarda işaret edilen işte kalma süresinin azaltılması eğilimi, işçilerin sürekli iş değiştirmeleri ve bu değişim sürecinde işsiz kalmaları olgusu da sendikaların işsizler arasında örgütlenmesi zorunluluğunu bize hatırlatıyor.
c) Nitelikli kamusal istihdam
İşsizliğin çözümlerinden bir diğeri kamusal alanın ve dolayısıyla kamusal istihdamın korunmasıdır. Özellikle de eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi işçi sınıfını doğrudan etkileyen alanlarda kamu yatırımlarının desteklenmesi gerekir. Burada genel geçer anlayışa karşılık kamusal alana nitelik kazandırıl
ması vurgusu öne çıkartılmalıdır.
Yatırımların bölgesel dağılımını mevcut teşvik sistemi ile çözmek mümkün olamamaktadır. İşsizlik olgusunu daha genişleten faktörlerden birisinin de siyasi tercihler olduğu kesindir. Özellikle piyasa mekanizması ve işleyişi sosyal hedefleri dikkate almamaktadır. Bu nedenle işsizliğin çözümünü de bir ölçüde içeren politikalar istihdama öncelik veren kamusal projeler ile bunu gerçekleştirecek bir kamu maliyesi reformu ile sağlanabilir.
d) Çalışma sürelerinin kısaltılması
İşsizliğe karşı bir diğer mücadele doğrudan sermayeye karşı mücadeleden, yani çalışma sürelerinin kısaltılmasından geçiyor. Bu anlamda işsizliği arttıran sermaye merkezli esneklik uygulamalarını, işçi sınıfa adına değiştirecek uygulamalarla dönüştürmek ve bu anlamda çalışma sürelerinin kısaltılması gerekiyor. Çalışma sürelerinin kısaltılması talebi yalnızca çalıyşanlar için bir sosyal hak talebi değil, aynı zamanda işsizler için de yeni istihdam anlamı taşır.
e) Verimliliğin paylaşımı: İşsizlik fonu
Türkiye’ye ilişkin en yaygın söylem üretimde verimliliklerin ve dolayısıyla üretim ve ihracatın arttığı yönündedir. Sermaye açısından olumlu olan bu gelişmeler ne yazık ki istihdam açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Yani verimlilik ve üretimdeki artış ücretlerde ve daha da önemlisi istihdamda bir artışa yol açmamıştır. Bölüşüm açısından sermaye lehine olan bu politikalara karşı, özellikle verimliliğin arttığı ve dolayısıyla toplam zenginliğin sermaye lehine arttığı işletmelerden alınacak ek vergilerle işsizlere fon aktaracak bir mekanizma kurulması talebi çok yerinde bir talep olacaktır.
f) Tarımsal alana yönelik politikalar
Türkiye’nin işsizlik açısından daha uzun bir zaman sürecek problemlerinden biri olan tarımda üretimin çözülmesine ilişkin alternatif politikalar geliştirilmesi gerekiyor. Kırsal alanda sayıları hızla artan işsizlerin ve kente göç eden kesimlerin hızla örgütlenmesi gerekiyor. Bu örgütlülük aynı zamanda yeni döneme ilişkin kooperatifçilik benzeri etkinlikleri de içermelidir.
g) Kadınların iş ve işsizlik konumları yeniden tanımlanmalı
Kapitalizmin en sorunlu alanlarından biri ailedir. Aile ve özellikle kadınlar bir yandan üretim süreci için yeni emek-gücünün yeniden üretimini üstlenir, çocukların büyümesi, gelişimi ile ilgilenirken ev kadını olarak da çalışan erkeklerin bir sonraki gün için hazır olmasını sağlamaktadırlar. Bu anlamda işsizlik kavramının kadınlar açısından yeniden ele alınması zorunludur. Ev kadınlarının çalışmadıklarını öne süren anlayışlar terk edilmeli, evde çalışarak geçirilen zamanın iş olarak kabul edilmesi, bunun karşılığının gerek kamu, gerekse özel sektör kanalı ile karşılanması talep edilmelidir. Aynı şekilde ev dışında çalışan kadınların karşılaştığı mesleki ayrımcılık ve işten kolay atılmaya ilişkin uygulamaların detaylı dökümü yapılmalı ve bunlara karşı çözüm önerileri, mücadele yöntemleri geliştirilmelidir.
Kadın konusunda bir diğer önemli konu da şudur: gerek ev eksenli üretimi gerçekleştiren kadınların, gerek işsiz, gerekse işçi kadınların, sermaye ve erkek egemen yapılara karşı yürüttükleri mücadeleler desteklenmeli, sendikaların bu örgütlenme ve mücadelede etkin bir yer alması sağlanmalıdır.
NOT: Bu konularla ilgili düşüncelerinizi, görüşlerinizi bize mektupla ileteceğiniz gibi, internet üzerinden [email protected] e-mail adresine de gönderebilirsiniz. Veya sayfanın en altında “YORUM YAPIN” butonundan yorumlarınızı bize iletebilirsiniz.