Image Map

DİSK GENİŞLETİLMİŞ BAŞKANLAR KURULU BOLU'DA TOPLANDIR30;

 

DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu toplandı…

DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu Bolu Koru Motel’de toplandı. İki gün sürecek toplantının açış konuşmasını yapan DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, ABD’nin Ortadoğu siyasetiyle örtüşen AKP eliyle “Ilımlı İslam” ideolojik harcıyla tutturulmuş bir taşeron cumhuriyeti haline getirilen Türkiye’nin adı konulmamış “yeni paylaşım savaşı”nda emperyalizmin cephe ülkesi olarak konumlandırıldığını söyledi.

AKP’nin, ucuz işgücüne dayalı büyüme modelinin devamını sağlamak için oluşturulmuş orta vadeli ekonomik planına ve yoğun emek sömürüsüne yol açan kayıtdışı, kuralsız, güvencesiz çalışma, taşeron çalıştırma, diğer esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması gibi emek karşıtı politikalarını uygulamak için, baskı politikalarını daha da artıracağına hiç kuşku olmadığını söyleyen Erol Ekici “AKP iktidarının ekonomik, sosyal ve siyasal programıyla belirlediği amaçlarına güçlü bir toplumsal muhalefet ve sendikal hareketin bulunduğu koşullarda ulaşması mümkün değildir.” dedi.

Böyle bir programın uygulanmasının ise, temel demokratik hakların ve özgürlüklerin sınırlanmasını gündeme getireceğini söyleyen Ekici, bu saldırıların önüne geçebilmenin tek yolunun toplumsal hak ve özgürlükler için örgütlü mücadelenin yükseltilmesi olduğuna vurgu yaptı.

DİSK toplantısında Kocaeli Üniversitesi Ögretim Üyesi Doç. Dr. Aziz Çelik, Türkiye çalışma hayatındaki stratejik dönemleri aktararak, “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu”nun, güvencesizliğe, ayrımcılığa, yasaklamalara dayalı yeni bir sendikal stratejiye tekabül ettiğini söyledi.

***

DİSK Genel Başkanı Erol Ekici’nin, Bolu’da toplanan DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nda yaptığı konuşma:

GEÇMİŞİNDEN DERS ÇIKARTMAYAN GELECEĞİNİ SORGULAYAMAZ!

DİSK İŞÇİ SINIFININ UMUDU OLMAYA DEVAM EDECEKTİR!

 

Değerli Mücadele Arkadaşlarım,

14. Olağan Genel Kurulumuzun ardından ilk Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nda birlikteyiz. DİSK Yönetim Kurulu adına hepinizi saygıyla selamlıyor, DİSK ailesine yeni katılan Enerji-Sen ve Devrimci Turizm-İş sendikalarımıza hoşgeldiniz diyorum.

 

Dünya çapında, emperyalistlerin yeni liberal saldırılarının arttığı bir süreçte, Türkiye işçi sınıfının örgütlü ve güçlü bir mücadeleyi sürdürmesinin koşullarından biri hiç kuşku yok ki, sınıfsal bilgiyle donatılmış işçilerin birleşik mücadelesinin yaratılmasıdır. Bu alamda, mücadelelerini mücadelemizle ortaklaştıran arkadaşlarımızın DİSK’i daha da güçlendireceklerine inanıyorum.

 

Geçtiğimiz Ocak ayında da buradaydık. Bu kürsüye çıkan bütün arkadaşlar, önemli tesbitlerde bulunmuş ve DİSK’i bugünkü konjonktüre hazırlayan önemli kararlar almış, sınıf mücadelesini her alanda yükseltme kararlılığımızla Genel Kurulumuza tek yumruk ve tek yürek gitmiştik. Üzerinden yaklaşık 10 ay geçti. Biz bu süreçte ne kadar yol aldık, amaçlarımızın ne kadarını gerçekleştirdik, neyin ne kadar üstesinden geldik veya gelemedik, eğrisi doğrusuyla bu salonda yeniden konuşacağız. Bu konudaki düşüncelerimizi aktarmadan önce; yaşanılan yakın sürecin kısa bir değerlendirmesini sizlerle paylaşmak isterim.

 

Değerli Arkadaşlar,

Bugünün iktidar sahipleri yaşam alanlarımızı nasıl kullanacağımıza, kiminle hangi koşullarda beraber olacağımızdan nasıl üreyeceğimize, jinekolojik müdahalelerden neyi ne kadar yiyip içeceğimize, nasıl eğitileceğimizden inanma/inanmama özgürlüğümüze kadar yaşamımızın her alanına sürekli olarak müdahale ediyorlar. Başka bir deyişle, hayata bakışımızı, her türlü sınıfsal, toplumsal, siyasi duruşumuzu, kendimizi nasıl tanımlayacağımız dahi bugünün muktedirlerinin tekelinde. Bunlara karşı çıkanların payına düşense ya terörist, ya darbeci veya şucu bucu yaftalamasıR30; Yeni dönemin yeni toplum mühendisliğiyle karşı karşıyayız.

 

AKP, sendikaları ve meslek örgütlerini dışlayarak çalışma hayatını; üniversite bileşenlerini dışlayarak yüksek eğitimi; eğitimcileri ve aileleri dışlayarak temel eğitimi; Kürtleri/Türkleri ve diğer kimlikleri dışlayarak ulusal/kimliksel sorunu; kadınları dışlayarak toplumsal hayatı; Alevileri ve azınlıkları dışlayarak tek mezhepli bir dini yapıyı; toplumsal kesimleri ve sınıfları dışlayarak yeni bir anayasayı; adaleti ve hukukçuları dışlayarak hukuksuzluğu; gazetecileri ve basın ilkelerini dışlayarak medyayı; sosyalliği, katılımcılığı, demokrasiyi dışlayarak otokratik bir devleti yeniden inşaa etmektedir.

 

AKP’nin bu tutumunun arka planında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da “eşbaşkanı” olduğunu ilan ettiği emperyalist Büyük Ortadoğu Projesi yatmaktadır. AKP stratejistlerinin de açıkça söylediği gibi, AKP’nin politik yönelimleri, bu bölgesel siyasetle örtüşmüştür. Ve bu örtüşme, hemen herşeyi paraya havale eden, halkın geleneksel dini inanışlarını hoyratça kullanarak yeni pazarlar yaratmanın aracına dönüştüren bu gözü dönmüş muhafazakâr liberallerin, işbirlikçilik yaparak ülkemizi sürükledikleri bataklığın bedelinin halka ödetilmesi üzerine kuruludur. Bu projeyi yakından biliyorsunuz, bu nedenle ben özet olarak şunları söylemekle yetinmek istiyorum:

 

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD’nin batıda Fas, Moritanya, doğuda Orta Asya ve Moğolistan, kuzeyde Kafkasya ve Türkiye, güneyde Arap dünyasından Somali’ye kadar uzanan bir coğrafyada yer alan ülkelere yönelik siyasi, hukuki, bilgi/eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarını içeren kapsamlı bir “islam coğrafyası” dönüşüm stratejisidir ve bu alanlarda uzun vadeli  ekonomik/politik bir coğrafi değişimi hedeflemektedir.

 

BOP’un uygulandığı bölge, emperyalistlerin beklediği istikrara sahip gözükmemektedir ve hükümetler değil, bölge halkları genelde ABD karşıtıdır. Bu durumda sürekli askeri güç bulundurmanın yanında yöredeki ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak emperyalistler tarafından yeniden yapılandırılmaları stratejik olarak da gerekli gözükmektedir.

 

Bir yandan hâkim olmayı planladığı yörelerdeki doğal kaynakları emniyete almak, diğer yandan IMF ve Dünya Bankası’nın desteğiyle ilgili ülkelerin ekonomilerini çokuluslu ABD şirketlerine açmayı hedefleyen ABD’nin bu projesini ekonomik düzeyde “neoliberalizm”, ideolojik düzeyde “ılımlı İslam” ve askeri olarak da “işgal” ile ifade etmek doğru olacaktır.

 

BOP bir anlamda da, Avrasya coğrafyasında ”mekânın özelleştirilmesi” seferidir. Emperyalistlere göre, Avrasya jeopolitiğinin omurgasını oluşturan Fas’tan Çin sınırına kadar uzanan geniş coğrafi alan, BOP’un ”özel
leştirme harekâtı”
için tek pazar haline gelmelidir, ama parçaları küçük olmalıdır. Buna göre; federatif yapılar, küçük devletçikler yaratılmalı ve onların pazarlık güçleri kırılmalı, doğal kaynakları üzerinde daha zahmetsizce egemenlik kurulabilmelidir.

 

İşte Türkiye’nin geleneksel dış politikasında öncelikle komşuları için olmazsa olmaz koşul saydığı ”toprak bütünlüğünden yana olma” çizgisinin geçerliliğini yitirmesi ve komşularla sıfır problemden, neredeyse tüm komşularla çatışma noktasına taşınmasının arka planı budur… Soğuk Savaş döneminde bir “ABD üssü” haline getirilen Türkiye bugün de adı konulmamış “yeni paylaşım savaşı”nda emperyalizmin cephe ülkesi olarak konumlandırılmaktadır. AKP, ABD tarafından “model ülke ve model ortak” olarak Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinde çok yönlü işbirlikçi bir rol üstlenmektedir. Bunun tam adı şudur: Ilımlı İslam ideolojik harcıyla tutturulmuş bir taşeron cumhuriyeti!..

 

Yıllardan beri bölgede oynanan bu “büyük oyunun” günümüzdeki kırılma noktası Suriye’dir. Zira Suriye’ye dönük bir askeri müdahale bölgesel bir savaşın da tetikleyicisi olacaktır. Ortadoğu bu şekilde iç savaşlarla, etnik ve dini boğazlaşmalarla kaosa sürüklenirken, Türkiye de bu kaosun parçası olarak büyük acılarla yüz yüze kalacaktır. Ki şimdiden bunun ipuçlarını yaşamaktayız. Bütün bu yaptıklarını “insan haklarını koruma”, “demokrasiyi yerleştirme” kılıfıyla yapıyorlar. Ama biz biliyoruz ki Ortadoğu’dan yaşanan bu süreç aslında, yakın geçmişimizden tanık olduğumuz yeni bir “Hayata Dönüş Operasyonu”dur.

 

Suriye için özgürlük ve demokrasi istemek ne dünya halklarına kan kusturan ABD’ye, ne Suudi Prensi’ne kalmıştır ne de kendi halkını baskı ve şiddet operasyonlarıyla sindirmeye çalışan Başbakan Erdoğan’a.. 

 

Suriye’ye dönük bir askeri müdahalenin gerçekleştirilmesinin açık çağrıcılığını üstlenen, Suriye’de iç savaşın geliştirilmesi amacıyla sınırları açan AKP iktidarı, bu politikalarıyla Türkiye’yi bölgedeki etnik-dini boğazlaşmanın ve bölgesel bir savaşın tam ortasına sürüklüyor. Daha şimdiden yaşanılanları görüyoruz. “Özgür Suriye Ordusu” adı verilen çapulcular sürüsünün katliamları, insanlık dışı cinayetleri her gün iletişim ortamlarında yayınlanıyor.

 

Değerli Arkadaşlar

Ortadoğu ve Türkiye’yi direkt birbirine bağlayan, bir nevi anahtar işlevi gören en önemli politik zeminlerden birini Kürt Sorunu olarak tarif ediyoruz. Yüzyıla yayılan bu sorunun emperyalistler ve onların bölge işbirlikçilerinin elinde kaldığı sürece gerçek anlamda çözülmeyeceğinin de farkındayız. Çünkü gerçek bir çözüm, esasında, emperyalizmin bölge politikalarının iflası anlamına gelecektir. Onların politikası ise demin de sözünü ettiğim gibi, çözümsüzlükler üzerine kuruludur. 

 

İşte AKP iktidarının bugün, ülkemiz açısından son derece yaşamsal öneme sahip Kürt sorununun çözümü konusunda savaşı ve çatışmaları dayatmasının, Kürtleri sadece kendi dayattığı politikalara tabi kılmaya çalışmasının nedeni, bir yanıyla taşeron olmasının gereklerini yerine getirmesi, diğer yanıyla da geleneksel milliyetçi/ırkçı karakteridir. Yine bu nedenledir ki, bizzat Başbakan’ın temsil ettiği “şahinler”, seçilmiş Kürt siyasetçilerini “dokunulmazlıklarının kaldırılması”yla tehdit ederek çatışmayı en yüksek noktasına çıkartmak istiyorlar. Başbakan’ın son konuşmasında da açıkça görülüyor ki bu politikanın bir yanı yine askeri yöntem ve şiddete dayalı olarak sürdürülecektir. Bölgede cemaat-tarikat ağlarının güçlendirilmesi, yeni paralı özel ordu kurulması, Kürt hareketinin demokratik alandaki güçlerinin KCK operasyonlarıyla etkisizleştirilmeye çalışılması boşuna değildir.

 

Kürt sorununda şiddete dayalı politikalar, Uludere`dekine benzer katliamcı sonuçlarla birlikte sürerken, bütün bunlar bir arada yaşam zeminlerini de geri dönüşü olmayacak bir şekilde tahrip ediyor. Özellikle batıda Kürt ve Türk halkının birlikte yaşadığı yerler, etnik bir çatışmanın zeminlerine dönüşüyor. Ekim ayında Türkiye’ye bu sorunun çözümü olarak “Bin Ladin usulünü” öneren ABD Genelkurmay Başkanı, konuyla ilgili olarak kendisine yöneltilen sorulara cevaben Türkiye’yi de “Erdoğan’ın ülkesi” olarak sunmuştu.

 

ABD’nin bölge taşeronluğunu layıkıyla yerine getiren Erdoğan’ın Türkiye’yi taşımaya çalıştığı yer, kan ve gözyaşının dinmediği; sosyal ve kültürel parçalanmışlığın çatışmalara dönüştüğü; açlığın, yoksulluğun, sefaletin, güvencesizliğin daha da yaygınlaştığı; hukuksuzluğun, eşitsizliklerin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir korku imparatorluğu olmaktadır. Bu nedenle Türkiye halklarının özgürlük, eşitlik, demokrasi ve bağımsızlık taleplerinin Kürt halkının özgürlük ve eşitlik talepleriyle birleştirilmesi bölge halklarının kardeşliği ve enternasyonalizmi açısından canalıcı öneme sahiptir.

 

İşçi sınıfı, emekçiler ve Türkiye halkları demokratik bir Türkiye için öne atılmadıkça, korkarız ki “Erdoğan’ın Türkiye’si” nefes alınamaz hale gelecektir.

 

Değerli Mücadele Arkadaşlarım

Ülkemizin de içinde yer aldığı bu dünya ve bölge konjonktüründen işçi sınıfı da, hak ve özgürlükleri bakımından direkt etkilenmektedir. Yeni baskı yasalarının oluşması, bütçenin savaşa ve ranta aktarılması, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik ve hayat pahalılığının artması, toplumun yatay ve dikey olarak bölünerek karşılıklı saflaşması belli başlı sorun alanlarını oluşturmaktadır. Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nda ve gerekse 14. Genel Kurulumuzda ortaklaşa yaptığımız tesbit ve aldığımız kararlardan birkaçını özet olarak yeniden anımsatmak istiyorum.

 

Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nda değindiğimiz ve bugün de tanık olduğumuz gibi; kapitalizmin, “küreselleşme” adıyla bütün dünya halklarına ve emekçilere dayattığı “Yeni Dünya Düzeni”, ardı ardına yaşanan ekonomik krizle birlikte sorgulanmaya başlandı. Krizin derinden etkilediği kimi AB ülkelerinde, hükümetler birer birer çekilip, yerini teknokrat hükümetlere bırakırken, krizin faturasını ödemek istemeyen emekçilerin yaygın grevleri, halkın kapitalizm karşıtı eylemleri kendini gösterdi bu süreçte.

 

Dünyada yaşanan ekonomik krizin sonuçları, ülkemizin ekonomisini de, emekçilerin ekonomik ve sosyal hayatını da bütün yoğunluğuyla etkiledi. 2002 yılında iktidar olan AKP hükümeti ise, bir devlet politikası olarak uygulanan özelleştirmeleri tamamlayarak, ucuz işgücü yaratmanın en önemli ayaklarından kuralsız, esnek, güvencesiz çalışma modellerini yaratan İş Kanunu’nu çıkartarak, emekçilerin sosyal güvenlik ve sağlık haklarını ortadan kaldıran “Sosyal Güv
enlik ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu”
nu ve devlet eliyle güvencesizliği yaratan “Torba Yasa”yı çıkartarak küresel kapitalizmin neo-liberal politikalarını uygulama şampiyonluğuna soyundu. Ülkemizi ucuz emek cenneti haline getirerek küresel kapitalizmin hizmetine sunmak isteyen AKP iktidarı elbette bunlarla yetinmedi. Bir yandan uyguladığı antidemokratik siyasal politikalarla, ülkenin muhaliflerine yönelik adeta “savaşa dönüşmüş” operasyonlar, yaygın gözaltılar, uzun süren tutuklamalar, yasaklama ve baskı süreçleriyle ülkeyi büyük bir cezaevine çevirdi.

 

Diğer taraftan da, sendikaların ve emekçilerin tepkisi ve direnci nedeniyle geçici olarak uygulamaya sokamadığı, “Kıdem Tazminatı’nın kaldırılması, bölgesel asgari ücret, Özel İstihdam Büroları’nın mesleki faaliyet olarak ödünç iş ilişkisi kurması (işçi kiralama)” vb. düzenlemeleri çıkartmaya çalışmaktadır. Bunun en somut örneği ise kendisini bir hükümet programı olarak Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi’nde göstermektedir. Bu belge ve çıkartılmak istenen sendikal yasalar, işçi sınıfının, tarihin en kapsamlı saldırısıyla karşı karşıya olduğunu da göstermektedir. AKP iktidarı bunları gerçekleştirmeye çalışırken diğer taraftan da, 12 Eylül ürünü, yasakçı ve tekelci sendikal anlayışı dayatmaktadır.

 

Sendikal hakların özünü ortadan kaldıran, sendikalara deli gömleği giydiren 2821ve 2822 sayılı yasaları, ILO ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşme standartlarına uygun, grevli, toplu sözleşmeli sendikal hakları getirerek değiştirmek yerine, yandaş sendikacılığı kutsayan, mücadeleci sendikacılığı her koşulda “bitirmeye” çalışan yeni bir yasa çıkartmayı tercih etmiştir. Durum gayet açık ve nettir, bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıf üzerindeki tahakkümünü tesis eden yeni bir sendikal rejim kurulmaktadır.

 

Bu konuyu değerli arkadaşımız Aziz Çelik az sonra geniş hatlarıyla işleyeceği için, ben fazla üzerinde durmuyorum.

 

Değerli Dostlar

Asgari ücretin de belirlenme süreci aynı stratejinin bir parçasıdır. Asgari ücret sistematik bir biçimde siyasal iktidarlar eli ile sefalet ücreti seviyesinde tutulmaktadır. Bu miktar yoksullukta ısrar anlamına gelmektedir. Bugün asgari ücretin belirlenmesine müdahale etmek, egemenlerin, sermayenin bölüşümden kendileri adına daha fazla pay alma çabalarına vurulacak bir darbedir.

 

O yüzden bu konuda direnç fazladır. O yüzden bölüşüm sürecine emekten yana müdahalenin en önemli aracı asgari ücretin tespit süreçleridir. Komisyonda devlet ve sermaye örgütü temsilcileri ağırlıktadır. İşçi kesimini ise Türk-İş temsil etmektedir. Geçtiğimiz yıl yapılan ücret artışları oy birliği ile alındı. Yani işçinin açlığa ve yoksuluğa teslim edilmesine hükümet, işveren temsilcileri ve işçileri orada temsil etme iddiasında olan Türk-İş oy birliği ile karar verdiler.

Değerli Arkadaşlar,      

Asgari ücret, bilindiği gibi ödenmesi zorunlu olan en az ücrettir. Asgari ücret, İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret olarak tanımlanmaktadır.

Peki bu tanıma uyuluyor mu? Hayır! Alınan kararların gerekçelerine bakıyoruz. Deniyor ki, “asgari ücret, pazarlık ücreti değildir.” “Biz bu rakamı belirlerken işçilerin geçim şartları ve enflasyon hedeflerini dikkate aldık” deniyor. Yani terazinin bir kısmına enflasyonla mücadele, diğer kefesine ise asgari ücret konuyor. Burada kritik olan ne geçimdir, ne de enflasyondur. Bunların hepsi laf!

Asgari ücret pazarlık ücreti değildir deniyor. Yani ben belirlerim pazarlık konusu yapmam deniyor. Bu oyunu mutlaka bozacağız arkadaşlar. Bir yanda asgari ücret tespit komisyonu sahnesi, öte yanda biz olacağız. İşçi sınıfının örgütlü iradesini masaya taşıyacağız!..

 

Değerli Arkadaşlar

Güncel meselelerden biri de 2013 yılı bütçesi görüşmelerinin TBMM Genel Kurulu’nda başlıyor olmasıdır. Bütçeler sınıfsal içerikli belgelerdir. Kaynakların kimlerden toplanacağına ve hangi kesimler için kullanılacağına karar verilen belgelerdir. Yani vergi politikaları, yani ücret politikaları, yani eğitim, sağlık, konut politikaları, silahlanma harcamaları bütçelerin konusudur.

 

2013 bütçesi de diğer bütçelerin hemen hemen bir kopyasıdır. Savaş ve yoksulluk bütçesidir. İşçilerin, emekçilerin, halkın üzerine daha fazla vergi, daha fazla zam diye giden hükümetin heybesinden, yine teşvik politikaları, yine kısıntılar ve vergiler çıktı. 2008 yılında sosyal güvenlik kara delik diyerek sağlıkta dönüşüm politikalarını hayata geçiren, sosyal güvenlik reformunu hayata geçiren, emeklilik yaşını yükselten hükümetin, diğer yanda gündeminde işverenlere teşvik vardı.

 

Neydi o işverenlere yapılan teşvik? SGK primlerinde 5 puan indirim. Ses çıktı mı? Hayır! İşçinin emekçinin sorunu söz konusu olunca “kaynak yok” çığlığı atanlar sus pus oldular. Bu teşviğin 3 yıllık maliyeti nedir biliyor musunuz arkadaşlar? Tam 20 milyar TL. Yani 20 milyar TL’yi hükümet işverenler adına bu meblağı, sorgulamaksızın, SGK’ya aktarıyor. İşverene diyor ki “sen ödeme ben öderim”. Bu tutar aynı dönemde bir milyonu aşkın kamu işçisine ödenen tutarla eşittir. Bu nedenle aynı hükümet kamu sektöründe istihdam yapısını taşeron ağları ile örüyor. Üç kuruş işçi maliyetinden kısarım, üç kuruşta yandaşa kaynak aktarırım, tasarufumu da yaparım diyorlar. 2013 yılında yine işverene prim indirimi, yine sağlıkta, eğitimde ticarileştirme, yine silahlanma, yine taşeronlaşma.

 

Değerli Arkadaşlar,

Emperyalizmin sadık bir bekçisi rolünü hakkıyla yerine getiren AKP’nin, bundan 10 ay kadar önce de tesbit ettiğimiz gibi, ucuz işgücüne dayalı büyüme modelinin devamını sağlamak için oluşturulmuş orta vadeli ekonomik planına ve yoğun emek sömürüsüne yol açan kayıtdışı, kuralsız, güvencesiz çalışma, taşeron çalıştırma, diğer esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması gibi emek karşıtı politikalarını uygulamak için, baskı politikalarını daha da artıracağına hiç kuşku yoktur. Şunu bir kez daha hatırlatmak isterim: AKP iktidarının ekonomik, sosyal ve siyasal programıyla belirlediği amaçlarına güçlü bir toplumsal muhalefet ve sendikal hareketin bulunduğu koşullarda ulaşması mümkün değildir.

 

Böyle bir programın uygulanması temel demokratik hakların ve özgürlüklerin sınırlanmasını gündeme getirecektir. O nedenle, önümüzdeki süreçte bir yandan temel hak ve özgürlüklere, siyasal ve sendikal örgütlenmelere; öte yandan ise her türlü hak arama mücadelesine yönelik baskıcı düzenleme ve uygulamaların yoğunlaşması kaçınılmazdı
r. Bu saldırıların önüne geçebilmenin tek yolu toplumsal hak ve özgürlükler için örgütlü mücadeleyi yükseltmek ve sürekli bir şekilde geliştirmektir.

 

Gerek iç, gerek dış politika alanında ülkemizin bugün temel ihtiyacı, demokratik ve sosyal hak ve özgürlükler ile insan haklarının geliştirilmesini toplumsal bir değişim programı olarak öneren bir yaklaşımın ortaya çıkarılmasıdır. İnsanlığın son 200 yıllık tarihinin açıkça ortaya koyduğu gibi böyle bir toplumsal değişim, ancak işçi sınıfının ekonomik, sosyal, demokratik taleplerini dile getiren bir hareketle sağlanabilir. Böyle bir hareketin yaratılmasını sağlayacak güç ise Türkiye’de DİSK’ten başkası değildir.

 

Dünyada ve ülkemizde yaşanan bu süreci, geçtiğimiz Genişletilmiş Başkanlar Kurulu’nda da değerlendirmiş, DİSK’in kuruluş felsefesine, geleneklerine, sınıf mücadelesi ilkelerine uygun olarak taşıyacak bir yapılanmayla tek yumruk, tek yürek çıkarak, Türkiye işçi sınıfının umudu ve sesi olma kararlılığını ve iradesini taşıdığını ifade etmiş ve;

 

1.    AKP iktidarının, ülkeyi korku imparatorluğuna dönüştüren antidemokratik, yasakçı, baskıcı politikalarına ve uygulamalarına karşı;

 

2.    Kıdem Tazminatı’nın kaldırılması, bölgesel asgari ücret, Özel İstihdam Büroları, kayıt dışı çalışma, taşeron çalıştırma, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması vb. yoğun emek sömürüsüne yol açan emek karşıtı politikalara karşı;

 

3.    12 Eylül ürünü 2821ve 2822 sayılı yasaların yerine, ILO ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşme standartlarına uygun grevli, toplu sözleşmeli sendikal hakların getirilmesi için;

 

sermayenin bugünkü saldırılarını karşılayacak şekilde sınıf mücadelesinin donatılmasını, yaygınlaştırılıp genişletilerek yükseltilmesini hep birlikte karar altına almıştık. Türkiye sınıflar mücadelesinde saygın bir geçmiş ve sendikal mücadelede parmakla gösterilen bir örgütün günümüzdeki temsilcilerinden bir kısmımız şu an bu salonda bulunuyoruz. Ve biliyorsunuz ki, DİSK’i günümüzün çetin koşullarına hazırlayacak ve gelecek kuşaklara aktaracak olanlar da sonuç itibariyle bizleriz.

 

Başka birileri gelip bizim yerimize mücadele etmeyecekler. Eğer sınıflar mücadelesinde DİSK’i layık olduğu yere taşıyacaksak bunu bizler hep birlikte yapacağız, başkaları değil. Verdiğimiz sözlerin, aldığımız kararların, yaptığımız tesbitlerin arkasında önce kendimiz duracağız. Çünkü DİSK’i DİSK yapan şeylerden biri, verdiği sözleri ve inandığı davayı canı pahasına savunan kararlı ve cesur insanların, bu örgütün niteliğine ve Türkiye sınıflar mücadelesindeki yerine inanmış olmalarıdır.

 

Az önce izlediğimiz “aramızdalar” videosunda, geçmişimizi sırtlayan insanları gördük. Herbiri ayrı bir değer olan bu arkadaşlarımızın gözleri, üstlendikleri görevi hakkıyla yerine getirmenin ve bayrağı bizlere devretmiş olmanın gururuyla gülüyordu. Çeşitli vesilelerle ismine ve görüntüsüne yer veremediğimiz yüzlerce kavga arkadaşımızla birlikte az önce izlediğimiz görüntülerdeki yoldaşlarımızın yüzlerine yansıyan onur ve gurur, bugün bizlerin taşıdığı ve gelecek kuşaklara aktarmamız gereken bir mirastır. Bu miras, DİSK’i DİSK yapan en önemli değerdir.

 

Bölge Temsilciler Kurulu toplantılarında da söyledim. Bunu bir kez daha burada tekrar etmek istiyorum. DİSK doğru bir örgüttür! Ve DİSK, doğru, düzgün, dürüst, samimi, halkını ve ülkesini seven, halkının mutluluğu ve ülkesinin esenliği için ter döken insanların buluştuğu cesur bir örgüttür. DİSK gücünü kelle sayısına göre almaz; DİSK gücünü haklılığından ve dürüstlüğünden alır.

 

Basın yayın üzerinde aşırı bir baskı ve manüplasyon olmasına rağmen, hükümetin çalışma hayatına ilişkin uyguladığı politikalarla ilgili DİSK’e mikrofon uzatılmasının, mutlaka DİSK’in görüşünün alınmak istenmesinin nedeni budur. Veya, başka sendikal konfederasyonlara üye olan herhangi bir işçinin başı derde girdiğinde, işten atıldığı ya da bir sorunu olduğunda DİSK’i aramasının nedeni de budur.

 

Binlerce işçi başka sendikalarda kayıtlıdır; dikkat edin “örgütlüdür” demiyorum, kayıtlıdır, ama onların telefonunu bir kez bile aramayıp, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, gerçek bir sendikal örgüt olarak gördükleri DİSK’i ararlar. Niye? Çünkü DİSK, her ne olursa olsun, umutsuzların umudu, kimsesizlerin kimsesidir. Böyle bilindiği için aranır DİSK.. Uluslararası düzlemde de, çalışma hayatı kimlerle temsil edilirse edilsin, mutlaka “acaba DİSK ne diyor?” diye sorulmasının veya hükümetin gözünün bir ucuyla DİSK’e bakmasının nedeni yine budur. Çünkü DİSK, bir anda yüzbinlerin etrafında kenetleneceği doğruluğa ve cesarete sahip bir örgüttür. Bunu 2012 1 Mayıs’ında hep birlikte yaşadık ve yaşattık.

 

Biliyorsunuz ki arkadaşlar, “doğru” olmakla, “güç” olmak aynı şey değildir. Doğru olunca otomatikmen güçlü olmuyorsunuz veya güçlü olmanız sizin doğru olduğunuz anlamına gelmiyor. Herkes doğru olmayabilir ama güçlü olabilir. Bunu zaten görüyor, yaşıyoruz. Bu memlekette ne kadar “yanlışlık” varsa, bugün fiili olarak güçlüler. Çünkü bugünkü sistem doğrular ve güzellikler üzerine değil, yanlışlar ve çirkinlikler üzerine kuruludur. Doğruluk ve güzellik, bu sistemin asla tahammül edemeyeceği özelliklerdir.

 

Bu denklemi tersine çevirmek, yanlış ve çirkin olanın yerine, doğru ve güzel olanın güçlü olduğu bir hayatı yaşanır kılmak bizlerin boynunun borcudur arkadaşlar.

 

Basit bir doğa kuralıdır; bir şeyi değiştirmek istiyorsan önce onu tanıyacaksın ve sonra da “müdahale” edeceksin. İradi bir müdahaleden söz ediyorum. “Tanıma” konusunda bir sıkıntımız yok, karşımızdakileri, hayatı yaşanmaz hale getirenleri, işçi sınıfına ve yoksul halkımıza dünyayı dar etmeye çalışanları ve bunların yapmak istediklerini tanıyor ve biliyoruz. Geriye bir tek “müdahale etmek” kalıyor. Peki biz yeterince müdahale edebiliyor muyuz yaşadığımız bütün bu yanlışlar ve çirkinliklere?

 

DİSK olarak bu sürece sessiz kalmayacağımızı, baskılara ve yıldırma politikalarına teslim olmayacağımızı, meşru direnme hakkımızı kullanacağımızı ifade ettik. Bu nedenle de 15-16 Haziran direnişinin 42. yıldönümünde “ZALİMİN ZULMÜNE DİRENECEĞİZ!” başlığı altında bir kampanya başlattık. Yaz boyunca süren kampanya çercevesinde, ülke genelinde yürüyüşler, halkı bilgilendiren ve desteklerini alan imza kampanyaları, basın açıklamaları ve işyeri toplantıları gerçekleştirdik. Yine kampanyamız çerçevesinde “12 Eylül AKP ile sürüyor!” başlığı altında 10-13 Eylül tarihleri arasında, ülke gene
linde toplantılar, meşaleli yürüyüşler ve mitingler gerçekleştirdik. 12 Eylül askeri darbesiyle el konulan Ankara’daki Genel-İş genel merkez binamızın iadesiyle ilgili yürüyüşler ve oturma eylemleri gerçekleştirdik. Bunlar DİSK’in, aslında refleks olarak yaptığı eylemlerdi bir bakıma. Birşeyler yapmaya çalıştık ve gücümüz oranında da yaptık. Peki arkadaşlar, şimdi elimizi vicadınımıza koyup söyleyelim: DİSK’in gücü bu mudur? Evet belki reel olarak budur, fakat, ben DİSK’lilerin çok daha fazla etki güçlerinin olduğuna inanıyorum. DİSK’in gerçek etki gücü, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’dır.

 

Evet biz hepimiz birşeyler yaptık fakat bunu hakkıyla ve irademizin bütün olanaklarıyla yapamadık. Örneğin “Zalimin Zulmüne Direneceğiz” kampanyası ve halkın desteğini almak için açtığımız imza standları!.. Kaç gün ve kaç yerde, kaçar saat ve kaç kişiyle yürüttük çalışmayı?.. Ben İstanbul’dan örnek vereyim size, 15 değişik noktada stand açacaktık ve bunu yapmadığımız gibi, belki iki gün, birkaç saat ve birkaç noktada açtık standımızı.. Bir broşür çıkarttık Ulusal İstihdam Stratejisi’ne ilişkin. Bu broşürler hala merkez binamızda ve sendikalarımızda duruyor. DİSK’İN SESİ dergisinin son sayısı da öyle. Aynı şeyi, yeni sendikalar yasası Meclis’e taşındığı süreçte de yaşadık. Veya, diğer merkezi eylemlerde de.

DİSK’i 50-60 kişiyle temsil eder hale getirdik mi? Getirdik! Oysa sadece İstanbul bölgesindeki bir eyleme işyeri temsilcilerimiz, sendikalarımızın yönetim kademesi ve önder işçiler bile katılsa sayımız bin kişiyle ifade edilirdi. Bunu başaramadık.

 

Genel Kurula giderken, DİSK’in bugünkü konjonktüre hazırlanması ve sınıf mücadelesini her alanda yükseltme kararlılığımıza ilişkin verdiğimiz sözleri böyle mi tutmalıyız? DİSK’i DİSK yapan şeylerden birinin, verdiği sözleri ve inandığı davayı canı pahasına savunan kararlı ve cesur insanların varlığı olduğuna hep birlikte inanmadık mı? Burada bunların nedenleri konusunda derinlemesine konuşma ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu konuda örgüt olarak kendimize özeleştiri vermemiz gerektiğine inanıyorum. Fakat bu özeleştiriyi bir günah çıkarma olarak değil, bundan sonra önümüze koyduğumuz çalışmaları DİSK’e yaraşır yaparak vereceğimize inanıyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım

Verdiğimiz sözlerin, aldığımız kararların, yaptığımız tesbitlerin arkasında önce kendimiz durarak başarmalıyız bunu. DİSK’i DİSK yapan şeylerden birinin, verdiği sözleri ve inandığı davayı canı pahasına savunan kararlı ve cesur insanların bu örgütün niteliğine ve Türkiye sınıflar mücadelesindeki yerine inanmış olduklarında yattığını unutmayarak başaracağız.

 

Evet DİSK doğru bir örgüttür!

Ve DİSK, doğru, düzgün, dürüst, samimi, halkını ve ülkesini seven, halkının mutluluğu ve ülkesinin esenliği için ter döken, emek veren insanların buluştuğu cesur bir örgüttür. Gün, kendi öz gücümüze, kendi yapabilirliklerimize, kendi yeteneklerimize, kendi doğrularımıza inanma günüdür. Tarihin en büyük ve kapsamlı saldırısı ile karşı karşıya olduğumuz bu dönemde, bu saldırıları boşa çıkaracak 2013 yılı çalışma ve mücadele programımızı hep birlikte oluşturacağız diyor, bu duygu ve düşüncelerle hepinizi tekrar selamlıyor, mücadelemizde kolaylıklar diliyorum.

ITUC ETUC