DİSK Genel Sekreteri Çerkezoğlu İş Teftiş Kurulu'nun düzenlediği toplantıda konuştu
DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun, “Maden Sektöründe ve Çağrı Merkezlerinde Yürütülen Planlı Teftişlerin Sonuçlarının Paylaşılması Toplantısı”nda yaptığı konuşma
Değerli katılımcılar, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından yeni teftiş yaklaşımı ve çalışma hayatının sorunlarına duyarlılık amacıyla düzenlenmiş olan “Maden Sektöründe ve Çağrı Merkezlerinde Yürütülen Planlı Teftişlerin Sonuçlarının Paylaşılması Toplantısı”nın değerli katılımcılarını, Türkiye Devrimci İş Sendikaları Konfederasyonu DİSK adına selamlıyorum.
DİSK olarak, çalışma yaşamının denetlenmesini önemsediğimizi ifade etmek isteriz. Zira, ülkemiz, işçilerin, emekçilerin, Anayasa’dan, Uluslararası sözleşmelerden, yasalardan doğan en temel hakları olan sendika ve toplu iş sözleşmesi haklarının; insan onuruna yaraşır çalışma haklarının; yaşam haklarının; sağlık haklarının; dinlenme ve tatil haklarının çokça ihlal edildiği bir ülke konumundadır.
Bunu, soyut bir iddia olarak ileri sürmüyoruz. Resmi istatistiki veriler ve raporlar bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
- Türkiye, sendikal hak ihlalleri konusunda BM Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun sürekli gündemini işgal eden bir ülke konumundadır. Yayınlanan işkolu istatistiklerine göre, çalışan sayıları artmasına rağmen, sendikalı işçi sayılarında hızlı azalma sürmektedir.
- Türkiye, yıllık çalışma süreleri bakımından, OECD ülkeleri arasında en fazla çalışılan ülkeler arasındadır. 2011 verilerine göre, OECD ortalaması bin 776 saat olup, Türkiye’de de bir çalışanın işte geçirdiği süre ortalama bin 877 saattir.
- Türkiye, 11 yıllık AKP iktidarı sonunda, bir taşeron cumhuriyetine dönüşmüş olup, istisnai bir çalışma biçimi olarak kabul edilen taşeron işçiliği, asıl çalışma biçimi haline getirilmek istenmektedir.
- Türkiye, ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada yer almaktadır. 1946’dan 2011 yılına kadar “iş kazaları” sonucu ölen işçileri sayısı 59.300′ e ulaşmış durumdadır. Her yıl ortalama 1072 işçi hayatını kaybetmiştir. 155 ve 161 sayılı ILO sözleşmeleri 2004 yılında kabul edildiğinden bugüne iş kazası sayısı 75.000 civarında seyretmektedir. Meslek hastalıkları sayısı ise ortalama 500 civarında gerçekleşmektedir. Oysa kabul edilmiş uluslar arası normlara göre, çalışan nüfusun binde 4’ü ile 12’si arasında bir oranda meslek hastalığı vakası yaşanması gerekmektedir. Yani minimum düzeyde tutulsa dahi, 60 ila 180 bin arasında bir rakama tekabül etmektedir.
Bütün bu veriler, ülkemizin çalışma yaşamındaki karnesini açıkça ortaya koymaktadır.
Anayasa, yasa, yönetmelik yapmakla, mevzuatta hak tanımak, bu hakların kullanılması, yaşama geçirilmesi için yeterli bir husus değildir. Önemli olan, bu hakların özüne uygun bir şekilde kullanımı sağlayacak tedbirleri, samimi bir şekilde almaktan geçmektedir.
2003 yılında büyük iddialarla kabul edilen 4857 sayılı İş Kanunu, çalışma yaşamındaki yıllardır süregelen olumsuzlukları çözmüş müdür? Yoksa, işverenlerin istekleri doğrultusunda getirdiği esnek çalışma modelleri ile sorunları daha da karmaşık ve içinden çıkılamaz hale mi getirmiştir?
2012 yılında kabul edilen 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasası ülkemizde bu alanda yaşanan olumsuzlukların giderilmesinde etkili olabilecek midir? Yoksa küresel kapitalist ilişkilere eklemlenmiş sermayenin rekabet ve birikimde avantaj sağlayacak yeni birikim modeline uygun bir düzenleme mi olmuştur? Nitekim, yasa daha tamamen yürürlüğe girmeden, kimi işveren örgütlerinin talepleri doğrultusunda 50’den daha az işçi çalıştıran işyerleri bakımından yasanın yürürlüğü 01.07.2014 tarihine ertelenmiştir.
İş Sağlığı ve Güvenliği alanında hal böyleyken, çok uzak olmayan bir gelecekte İstihdam Stratejisi bağlamında gerçekleştirilmesi düşünülen düzenlemeler doğrudan iş sağlığı ve güvenliği alanındaki uygulamaları etkileyecektir. Bunlara kısaca bakmak gerekirse, çalışanları 4 alanda güçlü bir saldırı beklemektedir: kıdem tazminatının kaldırılması, esnek çalışmanın bütün biçimleri, özel istihdam büroları ve asgari ücretin bölgesel düzeyde uygulanmasıR30;
Bu düzenlemelerin vücut bulması halinde, İş Sağlığı ve Güvenliği alanında yaşanan olumsuzlukların çok daha kötüye gideceğini söylemek hiç de abartı olmayacaktır.
Bu tablo, yasal düzenlemelerin, mevzuatın uygulanıp uygulanmadığının etkin denetiminin önemini ortaya çıkartmaktadır.
Yine bakanlık verilerine göre, denetimlerdeki yetersizlikler dikkat çekiyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre son 10 yılda 81 bin işyerinin denetlenebildiği anlaşılmaktadır. Buna göre yıllık ortalama denetim sayısı 8 bin civarında. Türkiye’de yaklaşık 1,5 milyon işyerinin olduğu dikkate alındığında denetimlerin yetersiz olduğu dikkat çekiyor. Türkiye’de 16 bin işçiye bir müfettiş düşüyor. Denetim yetersizliğinde müfettiş sayısının azlığı kadar kadroların, görevlerini etkin bir şekilde gerçekleştirecekleri olanakların (çalışma mekanları, ulaşım, ekipman vb.) sağlanmaması, etkin ve verimli kullanılmaması da etkili olmaktadır.
Bunun yanında, yapılan mevzuat değişiklikleri, idari kararlar ile işçi şikayetlerinin, müfettişler yerine Bakanlık memurları tarafından incelenmesi, bu şikayetlerin işyeri yerine, çağrı üzerine evrak üzerinden yapılması; toplu iş hukukuna, yani sendikal hak ihlallerine yönelik şikayetlerin etkin bir şekilde yapılmaması; alt işverenlik konusundaki muvazaa incelemelerinin özel teftişe alınmaması, iş teftişinde AKP iktidarının ekonomi politikaları doğrultusunda kimi tercihlerin öne çıktığını göstermektedir.
Bu nedenle, yeni teftiş yaklaşımı ve çalışma hayatının sorunlarına duyarlılık yaratma yaklaşımıyla risk esaslı teftiş sisteminin olumlu sonuçlar vermesini ummak istiyoruz.
Yukarıda sunduğumuz tablonun ve sürecin tersine çevrilmesi mümkün ve olanaklıdır. Bunu gerçekleştirebilmek içinse ilk adım olarak belirli görevlerin ele alınması sağlanmalıdır:
Birincisi, sendikal hareketin kendi örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırmak ve işletme düzeyinde etkin bir rol oynayabilmek için samimi bir mücadele vermesinin
zorunluluğunun yanı sıra temel çalışma hakları ile iş sağlığı ve güvenliği alanının temel örgütlenme alanı olarak ele almalarını sağlayacak bilincin geliştirilmesi çabası içine girmelidir.
İkincisi, taşeron ve güvencesiz üretim sisteminin tamamen yasaklanması ve/veya ciddi denetim ve sınırlama getirilmesi için yine samimi, etkin bir mücadele edilmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü, sağlık, güvenlik ve çevreyle ilgili özerk-demokratik bir kurumsal yapının sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve üniversiteler ile oluşturulmasının politikasının yaratılması ve ısrarcı bir çabanın gösterilmesi gerekmektedir.
Bu duygu ve düşüncelerle toplantının sonuçlarının çalışma yaşamındaki sorunların ortadan kaldırılmasına katkı yapması dileğiyle saygılarımı sunarım.