DİSK Genel Başkanı Kani Beko'nun 7. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı’nda yaptığı konuşma
DİSK Genel Başkanı Kani Beko’nun, Çalışma Bakanlığı’nın düzenlediği 7. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı’nda yaptığı konuşma:
Değerli katılımcılar,
Hepinizi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK adına sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusu, emek mücadelesinin en önemli bileşenlerinden biri. 130 yıllık davamız olan 8 saatlik iş günü talebi bile bu kapsamda değerlendirilebilir. Bir yanda sermaye birikirken, bir yandan zenginlikleri yaratırken fiziksel ve ruhsal olarak tükenmek istemiyoruz.
Bildiğiniz gibi 8 saat iş günü talebinin simgesi 1 Mayıs’tır ve 1 Mayıs işçi sınıfının uluslararası, birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak ilan edilmiştir. Bugün dünyanın dört bir yanında, hatta Afganistan’da bile barış içinde kutlanırken, bir Kamboçya’da bir de Türkiye’de devlet işçilere, emekçilere adeta savaş açmıştır.
Tüm dünya bu 1 Mayıs’ta hukuku, adaleti, tarihi, vicdanı ayaklar altına alan bir devlet terörüne tanıklık etti. İstanbul’da belli bölgelerde adeta sokağa çıkma yasağı uygulandı. 2010-2011 ve 2012’de bayram gibi 1 Mayıs’ı kutladığımız meydan sadece iktidar partisinin canı öyle istedi diye yasaklanmak istendi. Bir gerekçe bile sunmadan akıldışı, hukuk dışı bir yasak uygulandı ve bunun için insanlık dışı yöntemler hayata geçirildi. “Taksim’de 1 Mayıs olmaz çünkü trafik sıkışır” dediler, ulaşım hakkını gasp edip tüm İstanbul’u evlerine hapsettiler. İşlerine, evlerine gitmek isteyen insanlara bile şiddet uyguladılar.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, 1 Mayıs’tan sonra kimi açıklamalarda bulundu. “Sendikacılık Taksim değildir” dedi. Ancak unutulmamalı ki, hukuk dışı, akıl dışı, vicdansız, insanlık dışı baskılara biat ederek emek mücadelesi yürütülseydi, bugün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bile olmazdı. Unutmayalım ki çalışma yaşamının belirli standartlara kavuşması için devletin sorumlu olması, emek hareketinin bağımsız mücadelesi ile sağlanmıştır. Yani bugün böylesi bir bakanlık varsa 1 Mayısları yaratanlar sayesindedir.
Değerli dostlar,
Taksim’i işçilere keyfi bir biçimde kapayanlar, yarın keyfi bir biçimde İstanbul’da da kutlamaları yasaklayabilir. İşçilerin iradesini yok sayarak tüm haklarını gasp da edebilir. Başka mahkeme kararlarına da uymayabilir. Ki taşeron çalıştırma konusunda bizzat kamunun uygulamadığı mahkeme kararlarını hepiniz biliyorsunuz. Akşam rüyalarında gördüklerini sabah uygulamaya kalkabilirler. Daha ne kadar “devletimizin başındaki ne isterse o doğrudur” diyeceğiz? Herkes diyebilir ama DİSK demeyecek!
Sayın bakana buradan soruyorum,
- Emeklilik yaşını 65 yaşa çıkartan, prim ödeme sürelerini yükselten, emekli aylığı bağlanma oranlarını aşağıya çeken hükümetleriniz değil mi?
- İş Kanunu ile sermayenin arzuları doğrultusunda iş güvencesinin kapsamını daralatan, tazminatları hafifleten hükümetiniz değil mi?
- İşçilerin fazla mesai hakkını ortadan kaldıran, çalışma sürelerini işverenlerin keyfiyetine göre haftalık 66 saatlik sürelere çıkartan hükümetiniz değil mi?
- Yasaları tanımayan uygulamalara imza atan, iş kanununun gerisindeki uygulamalara göz yuman hükümetiniz değil mi?
- İş cinayetlerine göz yuman, ölümler olduğunda “güzel öldüler” diyen hükümetiniz değil mi?
- 12 Eylül ürünü sendikalar ve toplusözleşme kanunları değiştirilirken Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğine boyun eğip 30 ve altında işçi çalıştıran işyerlerinde sendikal güvenceyi ortadan kaldıran hükümetiniz değil mi?
- Barajları düşürüyoruz deyip, yetkili sendikaları yetkisiz hale getiren hükümetleriniz değil mi?
- Taşeronlaşmayı yaygınlaştırma amacıyla yargı kararlarına rağmen yasadışı taşeron ilişkisi geliştiren bizzat siz değil misiniz?
Değeri dostlar,
Çalışma ve Sosyal Güvenli Bakanlığı kimi veriler yayınlıyor. Sosyal Güvenlik Kurumu bir takım istatistikler veriyor. Bu veriler üzerinden de alınan tedbirlerle iş kazalarının azaldığını söylüyor.
Son yayınlanan SGK istatistiklerinde 2012 yılı için kayıtlı iş kazası sayısı 75 bin. Hemen hemen aynı dönemleri kapsayan TÜİK’in verilerine göre ise bu rakam 706 bin. Yani iş kazalarının yaklaşık yüzde 90’ı kayıt dışı. Yine SGK verilerine meslek hastalıklarının sayısı toplamda 395 iken, TÜİK verilerine göre işe bağlı sağlık problemi yaşayanların sayısı 895 bin kişi. Yani bu alanda da yüzde 99 kayıt dışı.
O zaman sizin verilerinizi nasıl esas alacağız? Bakanlık önce bu sorunu çözmelidir. Eğer bir başarı öyküsü yazacaksa bu veri sorununu çözdükten sonra yazmalıdır.
SGK verilerinin temsil kabiliyeti son derece sınırlıdır. SGK 2012 yılı verilerine göre iş cinayetlerine verdiğimiz can sayısı 744 ile sınırlı görülüyor. İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi ise bu sayıyı en az 1235 olarak belirlemiş durumda.
Ben de burada bir veri vereyim: 2002-2005 yıllarında ortalama kayıtlı iş cinayeti sayısı 898 iken 2006-2012 yıllarında bu sayı 3’te 1 oranında artarak bin 223’e ulaşmış. Yani her üç iş cinayetine bir yenisi eklenmiş. Başarı diye sunduğunuz bu mudur?
Çalışanların yüzde 80’i fiziksel sağlığını, yüzde 9’u ruhsal sağlığını olumsuz etkileyecek etmenlerle birlikte çalışmak durumunda. Çalışanların yüzde 19’umuz kaza riski ile çalışırken, yüzde 14’ü kimyasal madde, toz duman veya zararlı gazlara muhatap kalıyor. Yüzde 10’ununda göz yorgunluğu ve görsel odaklanma problemi var. Yüzde 7’si aşırı çalışma yükünün basıncı altında ruhsal sorunlar yaşıyor.
Sayın Bakan, geçtiğimiz günlerde “sendikalar aidatları ile ne yapıyor” diye sordu. Kime sordu? Siyasal iktidarın vesayeti altında olmayan bizlere sordu. İşçi Sağlığı İş Güvenliği alanında yaptıklarımızı sorguladı. Sendikaların bu tip önemli işlevlerinin olduğu doğrudur. Ancak acaba sayın bakan hangi ülkenin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanıdır?
Sayın Bakan, her yüz işçiden beşinin toplu sözleşme ile çalıştığını sanırım bilir. Bu beş işçiden alınan aidat ile yüz işçiye yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Peki neden sadece yüz işçiden beşinden aidat alınır? Sahip çıktığınız 12 Eylül yasakları, sendikal barajlar, yasal yaptırımların yetersizliği ile işçilerin toplusözleşme düzeninden mahrum bırakan başka bir ülkenin Çalışma Bakanlığı mı? Ne çabuk unuttunuz “sendikal haklar rekabet gücünü düşürür” dediğinizi? Ne çabuk unutuyorsunuz binlerce taşeron işçisinin sendikal haklarını yasadışı bir biçimde gasp ettiğinizi? Sayın Bakanım, önce mahkeme kararlarına uyun, sadece %5 değil tüm işçiler toplu sözleşme hakkından faydalansın, sonra aidatların nereye gittiğini sizden önce işçi sorar.
Sayın Bakanımızın sendikalı işçi sayısının artarken toplusözleşme kapsamındaki işçi oranı düştüğünü bilmemesi mümkün değil? Sendikaları hobi kulüplerine çevirmek, sermayenin ve kamu kurumlarının aparatı haline getirmek, böylelikle işçinin söz ve karar hakkını, işverenin işçi üzerindeki keyfiyetini kalıcı hale getirmek: İşte hayal ettiğiniz sendikacılık bu!
Tamamen yanılıyorsak, bizi tekzip etmek çok kolay: Uluslararası Çalışma Örgütü kapsamındaki evrensel hakları bir getirin. Bu kurumun eleştirilerini dikkat alın. Sendikal nedenle işçileri işten atan işverenlere yaptırımları ağırlaştırın, yargı süreçlerini hızlandırın. Hem biz yanıldığımızı anlayalım hem siz bir Bakan olarak çalışma hayatında sorunların nasıl hafiflediğini görün.
Değerli dostlar,
İşçi sağlığının en önemli unsurlarından biri çalışma süreleridir. Dünya genelinde çalışma süreleri azaltılması genellikle işçi sağlığı ile ilgili nedenlere bağlanmıştır. Ücretli izin hakkı konusunda dünyada bu hakkın en kısıtlı olduğu ülkelerden biriyiz. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde yasal haftalık çalışma süresi, en fazla 40 saat düzeyindedir.
Türkiye’de bir işçi AB ülkelerindeki bir işçiden haftada ortalama 12 saat fazla çalışmaktadır. TÜİK verilerine göre 50 saat ve üzerinde haftalık çalışma süresine sahip olanlar iş başındaki çalışanların yüzde 40’ını oluşturmaktadır. Her dört kişiden biri haftalık 60 saatin üzerinde çalışmaktadır. Çalışmak haricinde bir şey yapma imkanı olmadan 72 saatin üzerinde çalışanların sayısı 1 milyon 611 bini bulmaktadır. Yani işçilerin %7’sinin hayatı çalışmaktan ibarettir. Bu korkunç bir tablodur. Bu tabloyu görmeden işçi sağlığından, iş güvenliğinden söz etmek mümkün değildir.
Değerli dostlar,
Taşeron konusu ise bir başka önemli sorun alanıdır. Taşeron sistemi adeta yasaların kör noktası haline gelmiştir. Yasal ihlallerin en çok kamuda gözlenmesi ise bu hukuksuzluğun siyasal iktidarın bir tercihi olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de resmi rakamlara göre kayıtlı taşeron işçi sayısı 2002-2011 yılları arasında 387 binden 1 milyon 687 bine yükselmiştir.
İş cinayetlerinin önemli bir kısmı taşeron firmalarda gerçekleşmektedir. Bu manzara ortadayken, zaten var olan ancak hukuksuz biçimde gasp edilen yasal haklar ilk kez veriliyormuş gibi yapılmaktadır. Bu kandırmaca ile hedeflenen taşeron uygulamalarını yaygınlaştırmak, yasadışı taşeron ilişkisini yasal çerçeveye kavuşturmaktır.
Değerli dostlar,
Yaklaşık 2 yıldır, yani Haziran 2012’den bu yana İş Sağlığı ve Güvenliği adı altında yeni bir yasamız var. Yasanın kendisini teknik bir incelemeden geçirmek yerine, sınıf ilişkileri açısından ele almakla başlayalım: Bu yasa kamusal bir hizmet anlayışıyla, iş kazalarını ve meslek hastalıklarını azaltmak ve sonrasında ortadan kaldırmak hedefiyle çıkarılmış bir yasa olmaktan uzaktır. Ülkemizde İş Sağlığı ve Güvenliği sistemi işlemez hale gelmiş, dolayısıyla çökmüş bir yapıdır.
6331 sayılı yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası yukarda tespit edilmiş temel sorunları ortadan kaldıran, yeni bir sistem önerisi getiren bir düzenleme mi yapmıştır? Elbette hayır…
Ardı arkası kesilmeyen kazalar bu çökmüş sistemin sonucudur. Bir yandan ISG yapılanması piyasaya açılmış, diğer yandan örgütlenmeleri anti-demokratik olarak engellenen sendikaların eli kolu bağlanmış, meslek oda ve birlikleri piyasanın aktörleri haline getiriliştir. Tüm bunların üzerinde tekrar ve tekrar düşünmek gerekmektedir.
6331 Sayılı yasa incelendiğinde şekli bir bütünlüğün sağlanmaya çalışıldığı görülmektedir. Hizmet alımı bu yasanın da temel ruhudur.
İSG alanında hal böyleyken, çok uzak olmayan bir gelecekte Ulusal İstihdam Stratejisi bağlamında gerçekleştirilmesi düşünülen düzenlemeler doğrudan iş sağlığı ve güvenliği alanındaki uygulamaları etkileyecektir.
Sonuç olarak;
Yaşanan süreci, çalışanlar için mutlak olarak yaşanması gereken bir süreç olarak ele almak, tamamen kaderci, boğun eğen ve teslim olan bir anlayıştır. Bu süreci tersine çevirmek mümkün ve olanaklıdır. Bunu gerçekleştirebilmek içinse ilk adım olarak yapılması gerekenler bellidir:
Birincisi, sendikal özgürlüklerinin alanın geliştirilmesi ve toplusözleşme sisteminin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Sendikalar ise bu alanı temel örgütlenme ve mücadele alanlarından biri olarak ele almak durumundadır.
İkincisi, taşeron ve güvencesiz üretim sisteminin tamamen yasaklanması ve/veya ciddi denetim ve sınırlama getirilmesi için yine samimi/etkin bir mücadele çabasının ortaya konulması gerekmektedir.
Üçüncüsü, sağlık, güvenlik ve çevreyle ilgili özerk-demokratik bir kurumsal yapının oluşturulması gerekmektedir. Böylesi bir yapının, sendikalar, meslek odaları ve birlikleri ve üniversiteler ile oluşturulması için ısrarcı bir çabanın gösterilmesi gerekmektedir.
Bunları yapmadan ne konuşursak konuşalım, geleceğimiz yer yine aynıdır: Ya“kader” deyip geçeceğiz ve “güzel öldüler” diye avunacağız ya da bu görevlerimizi yerine getireceğiz. Mesele bu kadar sadedir!
Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi selamlıyor, konferansın başarılı geçmesini diliyorum.