Genel Başkanımızın “İnsan Haklarında Eşitlik ve Adalet Çalıştayı” konuşması
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, CHP tarafından 12 Aralık 2018’de düzenlenen “İnsan Haklarında Eşitlik ve Adalet Çalıştayı”na katılarak bir konuşma yaptı.
CHP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ile İşçi Sendikaları, Meslek Kuruluşları ve Sivil Toplum Kuruluşlarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı tarafından organize edilen, Türkiye Barolar Birliği Litai Konukevi’nde 12 Aralık Çarşamba Günü gerçekleşen Çalıştay’ın açılış konuşmasını CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yaptı.
Açılış konuşmasının ardından Prof.Dr. İbrahim Özden Kaboğlu’nun başkanlığını yaptığı “Emeğin Hakları: Sosyo Ekonomik Haklar İnsan Hakkı Mıdır?” başlıklı oturumda DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’da bir konuşma yaptı. İşçi sınıfının daha fazla sosyal hakka, sosyal hakların da daha fazla güvenceye ihtiyaç duyduğunun altını çizen DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, devletin bu hakların güvencesi olması gerekirken, içinde bulunduğumuz baskıcı ortamda sosyal hakların, sendikal hakların, emeğin kazanılmış haklarının ve en fazla da çalışma hakkının tehdit altında olduğunu söyledi.
DİSK üyesi sendikaların genel başkanları ve yönetim kurulu üyelerinin de katıldığı Çalıştay’da Genel Başkanımızın yaptığı konuşmanın videosu ve tam metni aşağıdadır.
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun CHP İnsan Hakları Sempozyumunda Yaptığı Konuşma
Cumhuriyet Halk Partisi’nin değerli genel başkanı, yöneticileri, değerli milletvekillerimiz, kurumlarımızın değerli temsilcileri, sendikalarımızın başkanları,
Hepinizi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) adına sevgiyle, saygıyla ve de umutla selamlıyorum.
Hak kavramı tılsımlı bir kavramdır ve kökeni yöneten-yönetilen ilişkisinin ortaya çıktığı döneme kadar uzanır. Hiç kuşkusuz, hak mücadelesi bu dünya yüzünde en onurlu şeydir. Başlığımız “Emeğin Hakları: Sosyoekonomik Haklar İnsan Hakkı mıdır” şeklinde. Kuşkusuz öyledir. Bu sorunun cevabı 19. yüzyıl boyunca verilen toplumsal mücadelelerle ve 20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan insan hakları belgeleri ile açık bir biçimde verilmiştir.
1789 Fransız Devrimi sonunda ortaya çıkan haklar, yasa önündeki eşitlik, soyut eşitlik kavramı aslında yeterli değildir. Kuşkusuz, yasa önünde eşitlik, soyut eşitlik, insan hakları için olmazsa olmazdır ama yeterli değildir. Sosyoekonomik olarak eşit olmayanın yasalar önünde de eşit olması mümkün değildir. Dolayısıyla sosyal haklar kavramı aslında insan hakları süreci açısından bakıldığında böylesi bir ön kabul üzerinden şekillenmiş ve esas olarak da hiç kuşkusuz bütün 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfının, emekçi sınıfının, mücadelesinin temel hedefleri içerisinde olmuştur.
Sosyal hakların kabul edilmesi ve güvence altına alınması 19. yüzyıl boyunca yaşanan büyük işçileşme sürecindeki sınıf mücadelelerinin temel hedefi olmuştur. Hepimizin bildiği gibi 19. yüzyılda büyük bir işçileşme süreci yaşandı ve işkolu sendikaları, işçi sınıfının sendikaları ve işçi sınıfının kitle partileri bu süreçte emek ve sermaye arasındaki ilişkiler düzleminde emeğin haklarını savunmak açısından temel araçlar oldular.
Sosyal devlet, sosyal haklar ya da sosyal devlet dediğimiz şey de aslında kapitalizme karşı, yani piyasaya karşı, toplumun kendisini savunmak için yaptığı şeylerin toplamıdır. Çalışma hakkı, bireysel haklar, bireysel iş hukuku, toplu haklar, toplu çalışma hakkı, toplu sözleşme hakkı, çalışma sürelerinin kısaltılması, sendikal haklar, grev hakkı, sosyal güvenlik hakkı… Bütün bunlar 19. yüzyıl boyunca verilen mücadeleler sonunda ve bu sürecin sanayi devrimiyle sonuçlanmasıyla birlikte işçi sınıfı partilerinin ve işçi sınıfının gerçek sendikalarının, sınıf sendikalarının, verdiği mücadeleyle, yani kapitalizmin kendi doğal gelişimi içerisinde değil, ortaya çıkmış olan haklardır.
Hepimizin bildiği gibi sosyal hakların insan hakları sayılması yönünde en büyük uluslararası adım Birinci Dünya Savası sonrasında Versay Antlaşması ile kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, ILO’nun, kuruluşudur. ILO, “barış istiyorsanız adalet ekin” sloganıyla kurulmuştur, yani sosyal haklar olmadan, sosyal adalet olmadan toplumsal barışın kurulmasının ve kalıcı hale gelmesinin mümkün olmadığını söyler.
ILO kurulduğu günden bu yana ve birçok sözleşmeyle bütün sosyal haklar ve işçi haklarını güvence altına almaya çalışır ve en önemlilerinden biri de 87 sayılı Sendika Özgürlüğü ve Sendikalaşma Hakkıyla ilgili sözleşmedir. Türkiye ILO sözleşmelerinin birçoğunu onaylamış ancak onayladığı sözleşmelerin de çoğunu ihlal eden bir ülkedir. Güncel bir örnek olarak, ILO’nun asgari ücretin bir işçinin ailesiyle birlikte geçineceği bir ücret olması, o ülkede yaşanan sosyoekonomik koşulların göz önünde bulundurularak kararlaştırılması gibi asgari ücretin hesaplanmasına ilişkin uluslararası standartları belirleyen 131 sayılı sözleşmesini Türkiye Cumhuriyeti hala onaylamamıştır. Bugün biz asgari ücreti tartışırken açlık sınırının altında bir asgari ücretten söz ediyorsak kuşkusuz uluslararası dayanaklar açısından bir nedeni de budur.
İşçi sınıfı açısından sosyal hakların kısmen güvence altına alındığı ve mücadelelerle elde edildiği bu süreç 1970 krizine kadar devam etti. 20. yüzyılın son çeyreğinde emek ve sermaye arasındaki emeğin, toplumun kendini korumak için elde ettiği haklar, kazanımları, kurulan o masa sermaye tarafından bir tekme konarak devrildi ve adına neoliberal politikalar dediğimiz, sosyal hakları, işçi haklarını, kazanılmış hakları bir bütün olarak ortadan kaldıran ne var ne yoksa piyasalaştırarak paraya çevirmek üzere önüne katıp götüren bir yeni sermaye stratejisi ortaya kondu. Bunun sonucunda da sermaye, emekle kurduğu o ilişkiyi, o düzlemi, o masayı tek taraflı olarak yeniden kurmaya çalışıyor aslında. Bugün Türkiye’de de dünyada da işçi sınıfının, emekçilerin yaşadığı bütün bu hak kayıpları, bu kadar olumsuz çalışma ve yaşam koşulları esas olarak 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan, tüm dünyada bir sermaye stratejisi olarak hayata koyulan politikaların sonucudur. Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla başlayan ama esas olarak 12 Eylül askeri faşist darbesi koşullarında hayata geçirilen bu politikalarla ve son 16 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidarlarıyla, ekonomik politikalarıyla, politik, ideolojik tercihleriyle belirlenen ve çok daha derinleştirilen, ağırlaştırılan bir tabloyla karşı karşıyayız.
Bugün, ne yazık ki, tüm dünyada da Türkiye’de de işçi sınıfı olağanüstü derecede nicel ve nitel olarak büyümüş/genişlemiş olmasına rağmen, işçi sınıfının hem sendikal hem siyasal örgütleri tarihinin en zayıf dönemini yaşamaktadır. Hiç kuşkusuz burada hepimizin, sendikalar olarak en başta bizim, sosyal adaleti savunan ve sosyal adaletin sahibi olan sosyal demokrat partiler olarak ve bütün bir sol olarak yine hepimizin özeleştirel bir yaklaşıma ihtiyacı var. Ben bu toplantının bizleri buluşturması açısından da ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum. Tabloyu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Toplantının açılışında da söylendi: Türkiye bugün sosyal hakların açısından, emeğin hakları açısından, sınıf hakları açısından (uluslararası sendikalarımızın, ITUC’un her yıl açıkladığı raporda da söylediği gibi) sendikal haklar açısından dünyadaki en kötü 10 ülkeden biridir. Türkiye’de her 100 işçiden sadece 10’u sendikalı. Özel sektörde toplu sözleşme kapsamı yüzde 5’lere kadar daralmış durumda.
Çalışma saatleri açısından OECD ülkeleri arasında Kolombiya’dan sonra en fazla çalışan ülkeyiz. İş cinayetlerinde durumumuz ortada. Gelir dağılımı eşitsizliği, ücretlerin dağılımı ortada. Bir tane rakam paylaşmak istiyorum: AKP iktidara geldiğinde, 2002 yılında, Hanehalkı borcunun gelire oranı yüzde 4 iken, bugün bu oran, kriz öncesi rakamları söylüyorum, yüzde 51. Yani, her birimiz yüzde 50 oranında kazanmadığımız parayı harcayarak yaşamak zorunda kalıyoruz. Lüks tüketim için değil; karnımızı doyurmak, mutfağımızda tenceremizi kaynatmak için. Keza toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından durum aynı şekilde. Yani toparlarsam, aslında bugün Türkiye’de sosyal haklar açısından sınıfın, emeğin hakları açısından geriye gidişin hepimizin bildiği böylesi bir hikayesi, süreci var.
İnsan hakları, medeni haklar, sosyal haklar bir bütün ama sosyal hakların diğer haklardan farklı birkaç özelliği var. Birincisi, devletin sosyal haklar konusunda sadece serbesti tanıması değil olumlu edim yükümlülüğü var. Yani, devlet sosyal hakların hayata geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür. Örneğin, bununla ilgili kaynak tesis etmekle yükümlüdür. Dolayısıyla devletin önemli sorumlulukları var. İkincisi, sosyal haklara ve siyasal haklara ilişkin tehdit esas olarak siyasal iktidarlardan gelir ama sosyal haklara ilişkin tehdit hem siyasal iktidarlardan hem de iktisadi güç olanaklarından, yani sermayeden, gelir. Bugün Türkiye’de işçi sınıfının haklarının bu kadar geriye gitmesinin nedeni sermayenin kar politikalarındaki dizginsiz tutumu ve devletin sermaye iktidarları tarafından sürekli bu yönde tutum almasıdır. Örneğin, sendikalaşma en temel yasal ve anayasal hak ama bugün Türkiye’nin dört bir tarafında fabrikalardan belediyelere kadar, sendikalı olduğu için işten çıkartılan işçiler var ve sermaye, işverenler, bu konuda olağanüstü hukuksuz davranıyorlar. Hükümet, çalışma bakanlığı, devlet en hafif deyimiyle buna sessiz kalıyor. Oysa ki devletin işçi sınıfının bu hakkını korumak gibi bir yükümlülüğü de var.
Bir üçüncüsü de uluslararası hukuk alanında sosyal haklar korunmasızdır. Örneğin, siyasal haklar ve kişisel haklar konusunda bir olumsuzluk yaşandığında yargıya götürülebilir: Avrupa İnsan hakları Mahkemesi yolu buna örnektir. Fakat sosyal haklar açısından uluslararası alanda yargı yolu kapalıdır; denetim ve yaptırımsa son derece zayıftır. Üçüncü havalimanı örneğini vermek isterim. Üçüncü havalimanında yaşadığımız süreç… İşçi arkadaşlarımızın her biri birer suç duyurusu niteliğinde olan talepleri karsısında (orada gece yarısı işçilerin yasadıkları koğuşlardaki koşulları hepimiz gördük) gaz bombalarıyla gözaltına alınıp tutuklandı. Bizim konfederasyonumuza bağlı işkolundaki sendikamızın, Devrimci Yapı-İş Sendikası’nın Genel Başkanı da tutuklandı. Biz bu süreçte uluslararası örgütlerle ve ILO’yla çok hızlı bir şekilde temasa geçtik. ILO Genel Direktörü Guy Ryder Cumhurbaşkanı’na, Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazdı. Dedi ki “Bu üçüncü havalimanı şantiyesinde yaşanan süreci gördük, biz ILO olarak oraya gelmek istiyoruz. Sendikalarla ve sizin görevlendireceğiniz çalışma bakanlığından iş müfettişleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanlarıyla birlikte gidelim, o şantiyedeki işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını inceleyelim, raporumuzu tutalım ve oturalım sizinle bunun çözümünü konuşalım.” 2,5 ay yazıya cevap bile verilmedi. En son gecen hafta aldığımız bilgiye göre sayın Ryder’a verilen cevap “Biz gittik gerekli tedbirleri aldık, gerekli yaptırımları uyguladık. Şu an üçüncü havalimanı şantiyesinde her şey gayet iyi” şeklindeydi. ILO’nun bu konuda herhangi bir denetimi var mı? Çok sınırlı bir alan. Yaptırımı var mı? Son derece sınırlı. Dolayısıyla sosyal hakların böyle bir özelliği de var. Bugün, 21. yüzyılın dünyasında ve Türkiye’sinde işçi sınıfının, emekçilerin daha fazla sosyal hakka ihtiyacı var ve sosyal hakların da daha fazla güvenceye ihtiyacı var.
Son olarak sosyal haklar ve emeğin hakları acısından şu an Türkiye’nin içinden geçtiği toplumsal, siyasal sürecin iki özelliğine vurgu yaparak bitirmek isterim. Birincisi, -özellikle son birkaç yıldır ve 24 Haziran seçimleriyle birlikte bunun yasal sureci tamamlandı- Türkiye’nin, bu toprakların, Cumhuriyetten de önce, 150 yıllık bütün demokrasi birikimlerini ortadan kaldıran ve tüm yetkilerin bir kişide toplandığı baskıcı/otoriter rejim cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında tesis edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla bu baskıcı ortamın kendisi sosyal hakları, sendikal hakları, işçi sınıfının kazanılmış haklarını ve en yaygın biçimde de ihlal ettiği hak olarak, çalışma hakkını çok ciddi biçimde tehdit etmektedir. Binlerce arkadaşımız açısından OHAL döneminde en yaygın bicimde ihlal edilen hak çalışma hakkı olmuştur. Bu ülkenin cumhurbaşkanı “OHAL’den istifade grevleri yasaklıyoruz” demiştir. Bu rejimin kendisi sosyal haklara tehdittir.
İkinci güncel süreç de Türkiye’nin içine girmiş olduğu ekonomik kriz sürecidir. Sosyal haklar, sosyoekonomik haklar ekonomik boyutu olan haklardır ve o nedenle de kriz dönemleri sosyoekonomik hakların, sosyal hakların çok daha fazla tehdit edildiği ve ortadan kaldırıldığı dönemlerdir. Hükümetin bütün belgelerinde bu konuda sosyal harcamaların kısılacağı, verginin tabana yayılacağı gibi adımlar atılacağı, önlemler alınacağı söyleniyor. Dolayısıyla bugün aslında içine girdiğimiz ve her gün daha da derinleşen AKP politikaları nedeniyle ortaya çıkmış olan bu ekonomik kriz koşullarında emeğin hakları için mücadele etmek, sosyal haklar için mücadele etmek mümkündür. Kriz koşullarında daha sosyal adaletli birtakım politikaların, daha bölüşümcü, eşitlikçi politikaların hayata geçirilmesi mümkündür. Biz DİSK olarak, krize karşı sosyal politika önerilerimizi maddeler halinde -ücretlerin arttırılması, vergi adaletinin sağlanması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, yargı iznine bağlanması ve temel haklara (eğitim, sağlık), temel tüketim maddelerine yapılan zamların kaldırılması gibi- ortaya koyduk. Bunun mücadelesini örgütlüyoruz. Bu anlamda bunu bütün siyasi partilerimizle de paylaşıyoruz. Dolaysıyla bugün sosyal haklar açısından hem ülkenin içine girmiş olduğu bu baskı rejimi hem de ekonomik kriz koşulları, güncel olarak da bir mücadele programını yani eşitlik mücadelesini, hak mücadelesini, emek mücadelesini ve demokrasi mücadelesini önümüze koymaktadır diyorum.
Çok teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun CHP İnsan Hakları Sempozyumunda Yaptığı Konuşma
Cumhuriyet Halk Partisi’nin değerli genel başkanı, yöneticileri, değerli milletvekillerimiz, kurumlarımızın değerli temsilcileri, sendikalarımızın başkanları,
Hepinizi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) adına sevgiyle, saygıyla ve de umutla selamlıyorum.
Hak kavramı tılsımlı bir kavramdır ve kökeni yöneten-yönetilen ilişkisinin ortaya çıktığı döneme kadar uzanır. Hiç kuşkusuz, hak mücadelesi bu dünya yüzünde en onurlu şeydir. Başlığımız “Emeğin Hakları: Sosyoekonomik Haklar İnsan Hakkı mıdır” şeklinde. Kuşkusuz öyledir. Bu sorunun cevabı 19. yüzyıl boyunca verilen toplumsal mücadelelerle ve 20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan insan hakları belgeleri ile açık bir biçimde verilmiştir.
1789 Fransız Devrimi sonunda ortaya çıkan haklar, yasa önündeki eşitlik, soyut eşitlik kavramı aslında yeterli değildir. Kuşkusuz, yasa önünde eşitlik, soyut eşitlik, insan hakları için olmazsa olmazdır ama yeterli değildir. Sosyoekonomik olarak eşit olmayanın yasalar önünde de eşit olması mümkün değildir. Dolayısıyla sosyal haklar kavramı aslında insan hakları süreci açısından bakıldığında böylesi bir ön kabul üzerinden şekillenmiş ve esas olarak da hiç kuşkusuz bütün 19. yüzyıl boyunca işçi sınıfının, emekçi sınıfının, mücadelesinin temel hedefleri içerisinde olmuştur.
Sosyal hakların kabul edilmesi ve güvence altına alınması 19. yüzyıl boyunca yaşanan büyük işçileşme sürecindeki sınıf mücadelelerinin temel hedefi olmuştur. Hepimizin bildiği gibi 19. yüzyılda büyük bir işçileşme süreci yaşandı ve işkolu sendikaları, işçi sınıfının sendikaları ve işçi sınıfının kitle partileri bu süreçte emek ve sermaye arasındaki ilişkiler düzleminde emeğin haklarını savunmak açısından temel araçlar oldular.
Sosyal devlet, sosyal haklar ya da sosyal devlet dediğimiz şey de aslında kapitalizme karşı, yani piyasaya karşı, toplumun kendisini savunmak için yaptığı şeylerin toplamıdır. Çalışma hakkı, bireysel haklar, bireysel iş hukuku, toplu haklar, toplu çalışma hakkı, toplu sözleşme hakkı, çalışma sürelerinin kısaltılması, sendikal haklar, grev hakkı, sosyal güvenlik hakkı… Bütün bunlar 19. yüzyıl boyunca verilen mücadeleler sonunda ve bu sürecin sanayi devrimiyle sonuçlanmasıyla birlikte işçi sınıfı partilerinin ve işçi sınıfının gerçek sendikalarının, sınıf sendikalarının, verdiği mücadeleyle, yani kapitalizmin kendi doğal gelişimi içerisinde değil, ortaya çıkmış olan haklardır.
Hepimizin bildiği gibi sosyal hakların insan hakları sayılması yönünde en büyük uluslararası adım Birinci Dünya Savası sonrasında Versay Antlaşması ile kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, ILO’nun, kuruluşudur. ILO, “barış istiyorsanız adalet ekin” sloganıyla kurulmuştur, yani sosyal haklar olmadan, sosyal adalet olmadan toplumsal barışın kurulmasının ve kalıcı hale gelmesinin mümkün olmadığını söyler.
ILO kurulduğu günden bu yana ve birçok sözleşmeyle bütün sosyal haklar ve işçi haklarını güvence altına almaya çalışır ve en önemlilerinden biri de 87 sayılı Sendika Özgürlüğü ve Sendikalaşma Hakkıyla ilgili sözleşmedir. Türkiye ILO sözleşmelerinin birçoğunu onaylamış ancak onayladığı sözleşmelerin de çoğunu ihlal eden bir ülkedir. Güncel bir örnek olarak, ILO’nun asgari ücretin bir işçinin ailesiyle birlikte geçineceği bir ücret olması, o ülkede yaşanan sosyoekonomik koşulların göz önünde bulundurularak kararlaştırılması gibi asgari ücretin hesaplanmasına ilişkin uluslararası standartları belirleyen 131 sayılı sözleşmesini Türkiye Cumhuriyeti hala onaylamamıştır. Bugün biz asgari ücreti tartışırken açlık sınırının altında bir asgari ücretten söz ediyorsak kuşkusuz uluslararası dayanaklar açısından bir nedeni de budur.
İşçi sınıfı açısından sosyal hakların kısmen güvence altına alındığı ve mücadelelerle elde edildiği bu süreç 1970 krizine kadar devam etti. 20. yüzyılın son çeyreğinde emek ve sermaye arasındaki emeğin, toplumun kendini korumak için elde ettiği haklar, kazanımları, kurulan o masa sermaye tarafından bir tekme konarak devrildi ve adına neoliberal politikalar dediğimiz, sosyal hakları, işçi haklarını, kazanılmış hakları bir bütün olarak ortadan kaldıran ne var ne yoksa piyasalaştırarak paraya çevirmek üzere önüne katıp götüren bir yeni sermaye stratejisi ortaya kondu. Bunun sonucunda da sermaye, emekle kurduğu o ilişkiyi, o düzlemi, o masayı tek taraflı olarak yeniden kurmaya çalışıyor aslında. Bugün Türkiye’de de dünyada da işçi sınıfının, emekçilerin yaşadığı bütün bu hak kayıpları, bu kadar olumsuz çalışma ve yaşam koşulları esas olarak 20. yüzyılın son çeyreğinde başlayan, tüm dünyada bir sermaye stratejisi olarak hayata koyulan politikaların sonucudur. Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla başlayan ama esas olarak 12 Eylül askeri faşist darbesi koşullarında hayata geçirilen bu politikalarla ve son 16 yıldır Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidarlarıyla, ekonomik politikalarıyla, politik, ideolojik tercihleriyle belirlenen ve çok daha derinleştirilen, ağırlaştırılan bir tabloyla karşı karşıyayız.
Bugün, ne yazık ki, tüm dünyada da Türkiye’de de işçi sınıfı olağanüstü derecede nicel ve nitel olarak büyümüş/genişlemiş olmasına rağmen, işçi sınıfının hem sendikal hem siyasal örgütleri tarihinin en zayıf dönemini yaşamaktadır. Hiç kuşkusuz burada hepimizin, sendikalar olarak en başta bizim, sosyal adaleti savunan ve sosyal adaletin sahibi olan sosyal demokrat partiler olarak ve bütün bir sol olarak yine hepimizin özeleştirel bir yaklaşıma ihtiyacı var. Ben bu toplantının bizleri buluşturması açısından da ayrıca önemli olduğunu düşünüyorum. Tabloyu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Toplantının açılışında da söylendi: Türkiye bugün sosyal hakların açısından, emeğin hakları açısından, sınıf hakları açısından (uluslararası sendikalarımızın, ITUC’un her yıl açıkladığı raporda da söylediği gibi) sendikal haklar açısından dünyadaki en kötü 10 ülkeden biridir. Türkiye’de her 100 işçiden sadece 10’u sendikalı. Özel sektörde toplu sözleşme kapsamı yüzde 5’lere kadar daralmış durumda.
Çalışma saatleri açısından OECD ülkeleri arasında Kolombiya’dan sonra en fazla çalışan ülkeyiz. İş cinayetlerinde durumumuz ortada. Gelir dağılımı eşitsizliği, ücretlerin dağılımı ortada. Bir tane rakam paylaşmak istiyorum: AKP iktidara geldiğinde, 2002 yılında, Hanehalkı borcunun gelire oranı yüzde 4 iken, bugün bu oran, kriz öncesi rakamları söylüyorum, yüzde 51. Yani, her birimiz yüzde 50 oranında kazanmadığımız parayı harcayarak yaşamak zorunda kalıyoruz. Lüks tüketim için değil; karnımızı doyurmak, mutfağımızda tenceremizi kaynatmak için. Keza toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından durum aynı şekilde. Yani toparlarsam, aslında bugün Türkiye’de sosyal haklar açısından sınıfın, emeğin hakları açısından geriye gidişin hepimizin bildiği böylesi bir hikayesi, süreci var.
İnsan hakları, medeni haklar, sosyal haklar bir bütün ama sosyal hakların diğer haklardan farklı birkaç özelliği var. Birincisi, devletin sosyal haklar konusunda sadece serbesti tanıması değil olumlu edim yükümlülüğü var. Yani, devlet sosyal hakların hayata geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür. Örneğin, bununla ilgili kaynak tesis etmekle yükümlüdür. Dolayısıyla devletin önemli sorumlulukları var. İkincisi, sosyal haklara ve siyasal haklara ilişkin tehdit esas olarak siyasal iktidarlardan gelir ama sosyal haklara ilişkin tehdit hem siyasal iktidarlardan hem de iktisadi güç olanaklarından, yani sermayeden, gelir. Bugün Türkiye’de işçi sınıfının haklarının bu kadar geriye gitmesinin nedeni sermayenin kar politikalarındaki dizginsiz tutumu ve devletin sermaye iktidarları tarafından sürekli bu yönde tutum almasıdır. Örneğin, sendikalaşma en temel yasal ve anayasal hak ama bugün Türkiye’nin dört bir tarafında fabrikalardan belediyelere kadar, sendikalı olduğu için işten çıkartılan işçiler var ve sermaye, işverenler, bu konuda olağanüstü hukuksuz davranıyorlar. Hükümet, çalışma bakanlığı, devlet en hafif deyimiyle buna sessiz kalıyor. Oysa ki devletin işçi sınıfının bu hakkını korumak gibi bir yükümlülüğü de var.
Bir üçüncüsü de uluslararası hukuk alanında sosyal haklar korunmasızdır. Örneğin, siyasal haklar ve kişisel haklar konusunda bir olumsuzluk yaşandığında yargıya götürülebilir: Avrupa İnsan hakları Mahkemesi yolu buna örnektir. Fakat sosyal haklar açısından uluslararası alanda yargı yolu kapalıdır; denetim ve yaptırımsa son derece zayıftır. Üçüncü havalimanı örneğini vermek isterim. Üçüncü havalimanında yaşadığımız süreç… İşçi arkadaşlarımızın her biri birer suç duyurusu niteliğinde olan talepleri karsısında (orada gece yarısı işçilerin yasadıkları koğuşlardaki koşulları hepimiz gördük) gaz bombalarıyla gözaltına alınıp tutuklandı. Bizim konfederasyonumuza bağlı işkolundaki sendikamızın, Devrimci Yapı-İş Sendikası’nın Genel Başkanı da tutuklandı. Biz bu süreçte uluslararası örgütlerle ve ILO’yla çok hızlı bir şekilde temasa geçtik. ILO Genel Direktörü Guy Ryder Cumhurbaşkanı’na, Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazdı. Dedi ki “Bu üçüncü havalimanı şantiyesinde yaşanan süreci gördük, biz ILO olarak oraya gelmek istiyoruz. Sendikalarla ve sizin görevlendireceğiniz çalışma bakanlığından iş müfettişleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanlarıyla birlikte gidelim, o şantiyedeki işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını inceleyelim, raporumuzu tutalım ve oturalım sizinle bunun çözümünü konuşalım.” 2,5 ay yazıya cevap bile verilmedi. En son gecen hafta aldığımız bilgiye göre sayın Ryder’a verilen cevap “Biz gittik gerekli tedbirleri aldık, gerekli yaptırımları uyguladık. Şu an üçüncü havalimanı şantiyesinde her şey gayet iyi” şeklindeydi. ILO’nun bu konuda herhangi bir denetimi var mı? Çok sınırlı bir alan. Yaptırımı var mı? Son derece sınırlı. Dolayısıyla sosyal hakların böyle bir özelliği de var. Bugün, 21. yüzyılın dünyasında ve Türkiye’sinde işçi sınıfının, emekçilerin daha fazla sosyal hakka ihtiyacı var ve sosyal hakların da daha fazla güvenceye ihtiyacı var.
Son olarak sosyal haklar ve emeğin hakları acısından şu an Türkiye’nin içinden geçtiği toplumsal, siyasal sürecin iki özelliğine vurgu yaparak bitirmek isterim. Birincisi, -özellikle son birkaç yıldır ve 24 Haziran seçimleriyle birlikte bunun yasal sureci tamamlandı- Türkiye’nin, bu toprakların, Cumhuriyetten de önce, 150 yıllık bütün demokrasi birikimlerini ortadan kaldıran ve tüm yetkilerin bir kişide toplandığı baskıcı/otoriter rejim cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı altında tesis edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla bu baskıcı ortamın kendisi sosyal hakları, sendikal hakları, işçi sınıfının kazanılmış haklarını ve en yaygın biçimde de ihlal ettiği hak olarak, çalışma hakkını çok ciddi biçimde tehdit etmektedir. Binlerce arkadaşımız açısından OHAL döneminde en yaygın bicimde ihlal edilen hak çalışma hakkı olmuştur. Bu ülkenin cumhurbaşkanı “OHAL’den istifade grevleri yasaklıyoruz” demiştir. Bu rejimin kendisi sosyal haklara tehdittir.
İkinci güncel süreç de Türkiye’nin içine girmiş olduğu ekonomik kriz sürecidir. Sosyal haklar, sosyoekonomik haklar ekonomik boyutu olan haklardır ve o nedenle de kriz dönemleri sosyoekonomik hakların, sosyal hakların çok daha fazla tehdit edildiği ve ortadan kaldırıldığı dönemlerdir. Hükümetin bütün belgelerinde bu konuda sosyal harcamaların kısılacağı, verginin tabana yayılacağı gibi adımlar atılacağı, önlemler alınacağı söyleniyor. Dolayısıyla bugün aslında içine girdiğimiz ve her gün daha da derinleşen AKP politikaları nedeniyle ortaya çıkmış olan bu ekonomik kriz koşullarında emeğin hakları için mücadele etmek, sosyal haklar için mücadele etmek mümkündür. Kriz koşullarında daha sosyal adaletli birtakım politikaların, daha bölüşümcü, eşitlikçi politikaların hayata geçirilmesi mümkündür. Biz DİSK olarak, krize karşı sosyal politika önerilerimizi maddeler halinde -ücretlerin arttırılması, vergi adaletinin sağlanması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, yargı iznine bağlanması ve temel haklara (eğitim, sağlık), temel tüketim maddelerine yapılan zamların kaldırılması gibi- ortaya koyduk. Bunun mücadelesini örgütlüyoruz. Bu anlamda bunu bütün siyasi partilerimizle de paylaşıyoruz. Dolaysıyla bugün sosyal haklar açısından hem ülkenin içine girmiş olduğu bu baskı rejimi hem de ekonomik kriz koşulları, güncel olarak da bir mücadele programını yani eşitlik mücadelesini, hak mücadelesini, emek mücadelesini ve demokrasi mücadelesini önümüze koymaktadır diyorum.
Çok teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.