Image Map

Kanada’da OHAL ve Sendika Düşmanı Virüs

Kovid virüsü bağışıklık sistemini zayıflatırken, sağcı hükümetlerin sendikalara olan düşmanlıklarını güçlendiriyor.

Koronavirüsün yarattığı tahribattan bağışık kalınamayacağı anlaşıldığında Ontario Eyaleti tepki vermek zorunda kaldı. Sorun şuydu ki Toronto geçmişte SARS salgınının merkez üslerinden biri olmuş olmasına rağmen, neoliberalizmin egemenliğinde geçen yıllar içler acısı bir hazırlıksızlık hali yaratmıştı. Hastanelerde kişi başına düşen yatak sayısı her zamankinden daha azdı. Ontario, Kanada’da kişi başına yatak sayısı en düşük yer haline gelmişti ve kişisel koruyucu ekipman stoklanmamıştı. SARS sonrasında bazı ekipmanların stoklanmasına çalışılmış, ancak bu ekipmanların son kullanım tarihi geldiğinde hükümet, gerçek bir neoliberal tutum takınarak bu ekipmanları yenilememe kararı vermişti. Mantığı mı? Olmaz ya, bir gün bu ekipmanlara gerçekten ihtiyaç duyulursa, emeğin ucuz olduğu çok uzak ülkelerden tam-zamanında tedarik edilmesi çok daha etkin olacaktı.  Bugün ise hükümetler ve sağlıkkuruluşları; kişisel koruyucu ekipmanlar (PPE), test araçları ve solunum cihazı gibi zorunlu ekipmanlar için gelişmiş dünyadaki diğer herkesle kıyasıya rekabet halindeler. Ve insanlar ölüyor.

Gerekli özel kaynaklardan yoksun ve zayıflamış bir haldeki sağlık sisteminin uygun bir biçimde şekillendirilmesi, koordine edilmesi, esnekleştirilmesi ve uyumlulaştırılması gerekiyordu. Hükümet devreye girmeliydi. Mantıklı olan buydu. Ontario’daki Doug Ford hükümeti bunlar için kendisine olağanüstü yetkiler verdi. Bunu yaparken bir yandan da kendisi gibi tüm sağcı Kanada hükümetlerince paylaşılan işçi sınıfı karşıtı ideolojiyi dizginlerinden boşandırdı.

Olağanüstü Yönetim Güçleri

Ontario hükümeti, 17 Mart’ta olağanüstü durumlarda hükümete geniş bir yelpazede kararname çıkarmak da dahil olmak üzere olağanüstü yönetim güçleri veren Acil Durum Yönetimi ve Sivil Korunma Kanununu yürürlüğe soktu.  Bundan dört gün sonra, yani 21 Mart’ta hükümet “koronavirus (COVID-19) (“Virüs”) salgınına yanıt vermek, önlemek ve hafifletmek için iş görevlendirmesi ve personel alımı konularında makul gerekçelere dayanan her türlü tedbiri almaları” konusunda hastaneleri ve diğer sağlık kuruluşlarını yetkilendiren bir kararname yayınladı. Bu kararname, işverenlerin faaliyetlerini ve personellerini daha fazla kontrol altına alma güçlerinin, başka bir durumda uygulanabilecek olan herhangi bir kanun (İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası hariç), yönetmelik veya toplu sözleşme hükmü ile sınırlandırılamayacağını açıkça belirtiyordu. Bunun muhtemelen, çok ihtiyaç duyulan ancak mevcut yasaların ve toplu sözleşmelerin, işverenlerin açıkça belirtilmemiş bazı şekillerde hizmet vermesini kısıtladığı hizmetleri sunmalarında işverenlerin güçlendirilmesine yardımcı olması bekleniyordu.

Bunu izleyen gün ve haftalarda hükümet, mevcut krizle ilgili veya krizden etkilenen alanlarda faaliyet yürüten başka pek çok sektörden işverenlere de benzer yetkiler veren ek kararnameler çıkardı. Uzun-dönemli bakım evleri, huzurevleri, belediyeler ve sosyal hizmet sağlayan çeşitli kurumlar kararnamelerin kapsamına giren kurumlardan bazılarıdır. Biz burada özel olarak sağlık hizmeti sağlayıcıları ve uzun-dönemli bakım tesisleriyle ilgili kararnamelere odaklanıyoruz, ancak bu alanların toplu pazarlığın, etkinliğinin önünde bir engel olduğu şeklindeki hükümet görüşünün yansımalarından sadece biri olduğu açıktır.

İşçiler ve Kolektif Güçleri

Kanadalı işverenlerin toplu pazarlıktan hiç hoşlanmadıkları bir sır değil. Toplu sözleşmeler, işverenlerin işçilerine genellikle daha yüksek ücret ödemesini ve daha fazla ücret dışı yarar sağlamasını gerektirir ve en az bunun kadar önemli olarak, işverenlerin işçilerini uygun gördüğü şekilde görevlendirme esnekliklerini sınırlandırır. Yani işçiler, hangi işin yapılacağı, ne zaman yapılacağı, kim tarafından yapılacağı, nasıl yapılacağı, ne kadar sürede yapılacağı gibi konularda işverenlerin mutlak kontrollerini sınırlamak, yani işverenlerin yönetim imtiyazlarını sınırlamak için sendika kurarlar/sendikalaşırlar. Ayrıca toplu pazarlık, işçilerin az sayıda iş için birbirleriyle girdikleri rekabeti ortadan kaldırır ve böylece, işçilere rekabetçi bir ortamdaki bireysel pazarlıklarla elde edebileceklerinden çok daha iyi çalışma koşulları ve güvence sağlar. Sağlık kuruluşlarını ve uzun-vadeli bakım tesisi işletmecilerine verilen yeni yetkiler, diğerlerinin yanı sıra, bütün bunları tehlikeye atmıştır.

Ford hükümetinin kararnamesi bu konuda çok açık. Hastanelerin ve sağlık kuruluşlarını aşağıdakileri yapabilmesini mümkün kılıyor:

  • çalışanları farklı yerlerde yeniden görevlendirmek,
  • personeli COVID-19 değerlendirme merkezlerinde çalışmak üzere görevlendirmek,
  • (Toplu pazarlık kapsamında olmayan işçileri toplu sözleşme kapsamındaki işlerde görevlendirmek de dahil olmak üzere) iş görevlendirmelerini değiştirmek,
  • çalışma programı veya vardiya atamalarını değiştirmek,
  • tatilleri veya izinleri ertelemek,
  • toplu pazarlık kapsamındaki işlerde de olmak üzere ek yarı-zamanlı veya geçici işçi veya taşeron istihdam etmek,
  • toplu pazarlık kapsamındaki işlerde de olmak üzere işlerin yerine getirilmesinde gönüllüleri kullanmak.

Bunlar, işverenlerin mutlak yönetim imtiyazlarını yeniden tesis eden güçlerdir. Bu güçler, işçileri her türlü haktan mahrum bırakmakta ve mevcut olağanüstü durumda personel ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağına ilişkin alınacak kararlarda işçileri her türlü söz hakkından yoksun kılmaktadır. Toplu sözleşme sistemimizin işçilere endüstriyel yurttaşlığın esaslarını sağlayacağı vaadi çiğnenmektedir.

Peki neden? Hastanelerin ve sağlık kuruluşlarını yeni taleplerinin karşılanmasının önünde duran engelin yürürlükteki toplu sözleşmelerin katılığı olduğuna dair en ufak bir kanıt var mıydı? Bizim bildiğiz kadarıyla, alınması gereken önlemler hakkında hiçbir sendikaya danışılmış değil. Olağanüstü güçlerle donatılan bu işverenlerin, kendi misyonlarını yerine getirirken, sendikalı çalışanlarının ya da onları temsil eden sendikalarının davranışları nedeniyle sorun yaşamış olduklarına dair bir kanıt da yoktu. Bunun yerine tanık olduğumuz şey, hükümetlerin öngördükleri zorluklara karşı ilk tepki olarak toplu pazarlık hakkını kısıtlayan baskıcı tedbirler alma şeklindeki tepkisel dürtüleridir. Hükümet doğal olarak, kamu sektöründeki sendikacılığa karşı on yıllardır devam eden saldırıları daha da derinleştirmek için bir fırsat bulduğunu hissetti.

Bağlama ilişkin bazı bilgiler vermek bu açıdan yardımcı olacaktır. Toplu pazarlık, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, özel sektör ve kamu sektöründe aynı hızda olmasa da genişledi ve çok sayıda işçi bundan yararlandı. Ancak, savaş sonrası dönemdeki bu uzlaşı, 1970’lerde bozulmaya başladı ve özel sektör işverenleri, yaklaşık 40 yıldır, toplu pazarlık rejiminden giderek daha fazla kaçtılar ya da bundan tamamen kurtuldular. Sonuçta, özel sektör toplu sözleşme kapsamı keskin bir şekilde düştü. Öyle ki, Şubat 2020 itibariyle özel sektör çalışanlarının yüzde 16’dan azı toplu sözleşme kapsamındaydı. Kamu sektörü ve kamu-benzeri sektördeki işverenler özel sektördekiler kadar başarılı olamadılar. Şubat 2020’de, kamu sektörü çalışanlarının yaklaşık yüzde 77’si toplu sözleşme kapsamındaydı.

Siyasi ve daha sonra anayasal hale bürünen kısıtlamalar, kamu sektörü işverenlerinin toplu pazarlıktan bütünüyle kaçınmasını engellemiş fakat toplu pazarlığı, sıklıkla mevcut ya da öyle algıladıkları bir acil durum olduğu iddiasıyla gerekçelendirdikleri tedbirlerle sınırlama arayışlarını durdurmamıştır.

Neoliberal Dönüş

Hükümetlerin daha önce mütevazi bir şekilde destekledikleri toplu pazarlığı, neoliberal dönüşün bir parçası olarak sınırlamaya başladıkları andan itibaren, yukarıda belirtilen strateji, önemli bir rol oynamıştır. Neoliberal dönüş, kamusal refahı korumak için benimsenmiş olan kurumsal düzenlemeler pahasına, piyasanın düzenleyiciliğinin üstünlüğünü yeniden tesis etmiştir. Pierre Elliot Trudeau hükümetinin 1975 yılında ulusal ücret ve fiyat kontrollerini yürürlüğe koyması, sonrasına dair bir işaret vermekteydi. Bu önlem anayasal olarak sorunluydu çünkü normalde federal hükümet istihdam ilişkilerini düzenleme gücüne sahip değildi; bu konu öncelikle eyaletlerin yetkisindeydi. Dolayısıyla federal hükümet bu olağanüstü güç kullanımını savunmak için hukuki bir gerekçeye ihtiyaç duydu. Hükümetin iddiasına göre Kanada halkının esenliğini tehlikeye düşüren ve bir bütün olarak ülkenin çıkarları için Parlamentonun amansız bir şekilde müdahale etmesini gerektiren bir iktisadi kriz bulunmaktaydı. Fakat hükümet bu gerekçesini ancak kanunu yürürlüğe koyduktan ve bu konudaki anayasal gücüne itiraz edildikten sonra sundu. Bu durum, Kanada Anayasa Mahkemesi’nin çoğunluğunu etkilemedi ve mahkeme, acil iktisadi koşulların varlığına inanmak için rasyonel bir zeminin bulunması halinde, böylesi bir gerekçenin geçerli olacağı görüşünü benimsedi.

Buradan çıkarılacak hukuki ders açık: beklenen bir olağanüstü durum iddiası, olağanüstü yönetim aygıtının emeğin haklarına saldırmak için kullanılmasını meşrulaştırdı. Politik ders de açık. İşçiler yasayı protesto etmek için bir günlük bir grev yapsalar da hükümet bu eylemi için herhangi bir siyasi bedel ödemedi.

Trudeau hükümetinin 1975’teki bu eylemleri, “kalıcı istisnailik”[1] olarak tanımlanan ve Kanada hükümetlerinin, kamu sektöründeki toplu pazarlığı sınırlayan çok sayıda tedbiri yürürlüğe koydukları bir dönemin başlangıcını oluşturdu. Bu sınırlamalar; ücret kontrolleri, pazarlığa konu olabilecek konular üzerindeki kısıtlamalar ve zorunlu görülen ve bu nedenle grev özgürlüğü sınırlamasına tabi olan işçi kategorilerinin genişletilmesi de dahil olmak üzere pek çok biçim almıştır. Ayrıca hükümetler kamu sektörü ve kamu-benzeri sektör işverenlerinin işçileri uygun gördükleri şekilde yeniden görevlendirme özgürlüğünü sınırlayan toplu sözleşme hükümlerini kaldırdılar. Buna ek olarak, farklı siyasi çizgilerden gelen tüm hükümetler, posta işçilerinden belediyenin temizlik işçilerine kadar, grev yapmakta olan işçilerin pazarlık avantajı elde edebileceğini hissettikleri her anda işe dönüş yasasını (grev yasaklama ve zorunlu tahkim-ç.n.) kullandılar. Tüm bu vakalarda, yapılan işin zorunlu iş kategorisinde olduğu mazereti kullanıldı.

British Columbia Eyaleti hükümetinin, sinsice isimlendirilmiş olan Sağlık ve Sosyal Hizmetler Sunumunu İyileştirme Yasası’nı[2] 2002 yılında yürürlüğe koyması, bu “önce kısıtla” refleksine bir örnektir. Bu yasa, yer değişikliği veya yeni görevler vermek yoluyla işçileri yeniden görevlendirme, işi dışarıya (taşerona) aktarma, iş güvencesini azaltma ve işçilerini kıdem haklarından mahrum bırakma konularında işverenlere daha fazla özgürlük sağlayabilmek amacıyla yürürlükteki toplu sözleşmeleri hükümsüz kıldı. Hükümet bu ‘istisnai’ tedbirleri gerekçelendirirken sağlık sisteminde artan talep ve yükselen maliyetlere bağlı olarak gelmekte olduğunu düşündüğü bir krizi bahane etti. Ancak bu yasa, geçici ücret ve fiyat kontrollerinden farklı olarak, gelecekte bu konularda pazarlık yapmayı yasakladığı için, söz konusu değişiklikler kalıcı olacak. Her ne kadar sendikalar bu meseleleri tartışmak istediklerini önceden belirtmiş olsalar da hükümet yasayı, yasadan etkilenecek olan sendikalara danışmadan yürürlüğe soktu.

Sendikalar, anayasal olarak korunan Haklar ve Özgürlük Şartı’nı ihlal ettiğini iddia ettikleri bu yasanın anayasaya uygun olmadığını öne sürdüler. Kanada Anayasa Mahkemesi, British Columbia hükümeti de dahil olmak üzere birçok kişiyi şaşırtarak sendikaların iddiasını kabul etti ve ilk kez, örgütlenme özgürlüğünün sınırlı düzeyde bir toplu pazarlık hakkının korunmasını da içerdiğini kabul etmiş oldu. Sonuçta söz konusu yasa, British Columbia hükümeti mahkemeyi işçi haklarını ihlal etmenin özgür ve demokratik bir toplumda açıkça gerekçelendirebilir olduğuna ikna etmesi durumunda uygulanabilir oldu. Buna karşılık olarak hükümet, böylesi bir olağanüstü tepkiyi gerektiren bir sağlık krizi olduğunu iddia etti. Mahkeme, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesinin acil ve önemli bir hedef olduğunu ve alınan tedbirlerin rasyonel bir şekilde bu amaca ulaşmakla bağlantılı olduğunu kabul etmekle birlikte, bu eylemlerin minimum zarar verir nitelikte olduğu yönündeki hükümet iddiasını reddetti. Bunun kısmi bir nedeni hükümetin yasama öncesinde sendikalarla anlamlı bir müzakere yürütmemiş olmasıdır.

Ontario’da ise hükümet bir kriz yaratmak zorunda değildi. Çoğu yargıç, acil bir yanıt verilmesi gereken bir krizin var olduğuna inandığı için, olağanüstü hâl güçlerinin verilmesine karşı herhangi bir hukuki itirazın başarı şansı pek yoktu. Yine de dikkat gerektiren husus şudur ki yerleşiklik kazanmış olan doktrin, hükümetlere toplu pazarlık hakkını hükümsüz kılmadan önce sendikalarla ve sendika üyeleriyle görüş alışverişinde bulunmuş olma yükümlülüğünü getirmiştir ve Ford hükümeti bu yönde en ufak bir çaba göstermemiştir. Eğer böyle bir çaba gösterilmiş olsaydı, sağlık emekçileri ve onların sendikaları muhtemelen çok sayıda pratik çözüm önerecek ve ellerinden gelen her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını belirteceklerdi; üstelik bunların hiçbiri yasayla güvence altına alınmış haklarda geriye gidiş gerektirmezdi.

Sendika-Karşıtı Önyargı

Bu durum, olağanüstü hâl kararnamesi çıkarmanın arkasında yatan sendika karşıtı önyargıyla ilgilidir. Bu açıdan daha açıklayıcı olan hükümetin ne yapmadığıdır. Olağanüstü hâl mevzuatına göre hükümet kaynak, ekipman ve benzerlerinin üretimi ve dağıtımı ile ilgili kararname çıkarma yetkisine sahiptir. Ve olağanüstü hâl mevzuatı, fiyatların düzenlenmesine izin vermektedir. Bu kararnameler özel aktörlere ne üreteceklerini, nasıl dağıtacaklarını ve bunlar için ne kadar fiyat talep edeceklerini bildirebilir. Hastalarla ilgilenen veya şu an Kovid-19 bağlantılı ölümlerde orantısız bir ağırlığa sahip olan bakımevleri gibi yüksek enfeksiyon riskinin olduğu yerlerde çalışan işçileri ve halkı riske atacak kadar yüksek düzeyde bir kişisel koruyucu ekipman (PPE) eksikliği olmasına rağmen bunların hiçbirisi yapılmıyor. Geçtiğimiz günlerde, Ontario Hemşireler Sendikası’nın uzun-vadeli bakım evlerinin böylesi ekipmanları sağlaması gerektiğine ilişkin bir mahkeme kararı çıkartmayı başardığı dikkat çekici bir dava bağlamında hükümet bu gerçeği kabul etti:

“[hükümet], ‘N95 maskeleri gibi kimi kişisel koruyucu ekipmanların miktarının sınırlı oluşu ve dünya çapında talep edilmesi şeklindeki acı gerçek nedeniyle, bu maskelerin bir gruba tahsisinin eşit riskli koşullarda çalışan diğer sağlık çalışanları için bu maskelerin bulunamamasına yol’ açabileceğini iddia etmektedir.”

Hükümet hala olağanüstü hâl güçlerini, sermayeyi hayati ekipmanların üretimi için kaynaklarını yeniden tahsis etmeye zorlayacak şekilde kullanmıyor. Aksine, toplumun bu tehlikeden korunması için itilip kakılması gerekenler yine işçiler oluyor. Ve hiç kimse, sağlık sisteminin (ve diğer birçok kamu hizmetinin) salgınla mücadeleyi olduğundan çok daha zorlaştıran bugünkü yoksul ve güçsüz durumuna getirmenin sorumluluğunu üstlenmiyor. Sosyal ücrete saldıranların; imalatın emeğin korunmadığı ve sendikasız olduğu yerlere taşınmasını tercih edenlerin; sağlık, güvenlik ve koruyucu düzenlemelerin tesis edilmesi ya da uygulanmasına yönelik çabalara karşı ateşli bir şekilde karşı çıkanların; uzun vadeli bakım merkezleri gibi kâr potansiyeli taşıyan yerlerin özelleştirilmesini talep edenlerin; virüs kaynaklı bu krizi daha da kötüleştirmek için bu kadar çok şey yapanların açgözlü kapitalistler olduğu çok açık bir gerçek. (Bu gerçek) Ford’unki gibi hükümetlerin aklına, çıkaracakları kararnamelerle vurguncuların (salgına karşı) yardımcı olmasını sağlama fikrini getirmiyor.

Bu yükü omuzlamak işçilere, sadece ve sadece işçilere düşmekte. İşçilerin buna karşılık elde edeceği şey ise bir adlandırma: ‘Kahramanlar.’ Olağanüstü hâl kararnamelerinin kullanımının altında yatan amaç açıkça ortadır.

Bu durum, garip bir şekilde yine de faydalı olabilir. Bu salgın, modern politik ekonomimizde çok değerli olanların –eğlence, seyahat, akıllı telefonlar, yararsız kâğıt parçaları alım satımı- aslında oldukça önemsiz olduğu gerçeğini göstermiştir. Güvenli ve anlamlı hayatlar yaşamamız için gerçekten gerekli olanların sağlık, sosyal hizmetler, gıda, toplu taşıma vb. olduğunu; bu hizmetleri sağlayanların ve esenliğimize en önemli katkıları yapanların -orantısız bir şekilde kadın, ırksallaştırılmış grup mensubu, yeni göçmen ve düşük ücretli- işçiler olduğunu görüyoruz. Ancak çoğumuz için çok açık olan bu durum, sermayeye hizmet eden siyasetçiler sınıfı tarafından böyle görülmüyor. Nitekim, Ford hükümetinin çıkardığı olağanüstü hâl kararnameleri bir yandan sağlık hizmetlerini, haklı olarak, zorunlu hizmetler olarak tanımlıyor; öte yandan da ‘sermaye piyasalarının’ da zorunlu bir hizmet olduğunu ilan ediyor. “Maaş günü kreditörleri” bu toplum görüşüne göre zorunludur. Buradaki sorunun özü, para kazanma ile insan ihtiyaçlarına hizmet etmek için çalışmanın birbirinden ayırt edilememesinde yatmaktadır.

Tüm bunlar sona erdiğinde, salgından çıkarılacak dersin içselleştirilmesi ilerici aktivistler için faydalı olacaktır. Geniş halk kesimlerinde yankı bulacak olan şu hakikatle donanmalılar: İşçiler hepimizi kurtarmak üzere göreve çağrıldılar; adil bir ücret almaları gerekir ve onlara yalnızca işyerlerinde değil sosyal, siyasal ve iktisadi karar alım süreçlerimizde de merkezi bir rol verilmelidir.

The Anti-Union Virus Inside the Emergency Powers: Lessons for Workers

Hans Glasbeek & Eric Tucker Kanada’da Olağanüstü Hal Güçlerindeki Sendika Karşıtı Virüs: İşçilere Dersler (The Anti-Union Virus Inside the Emergency Powers: Lessons for Workers)

Çeviri: Onur Can Taştan

[1] Leo Panitch ve Donald Swartz, From Consent to Coercion: The Assault on Trade Union Freedoms, 3. baskı (Garamond, 2008).

[2] Health and Social Services Delivery Improvement Act, S.B.C. 2002, c. 2.

ITUC ETUC