Göçmen ve mülteci işçiler Türkiye işçi sınıfının bir parçasıdır: Irkçılığa ve güvencesizliğe karşı yaşasın sınıf dayanışması!
20 Haziran Dünya Mülteciler Günü nedeniyle DİSK Yönetim Kurulu’nun açıklaması:
Emperyalistlerin yürüttüğü ve kışkırttığı savaşlar sonucu yerinden yurdundan edilen mülteciler ile dünya büyük bir insanlık krizi yaşıyor. Ülkemiz bu insanlık krizinin en acı biçimde yaşandığı bir coğrafyada yer alıyor.
Son bir yılda Türkiye’de yaşayan göçmenler ve mülteciler, sınır dışı tehditleri, güvenceli bir yasal statüye sahip olamama, toplu gözaltılar, bir tür insan avını andıran mahallelerde kimlik kontrolü ve ev baskınları, hem Batı hem Güney sınırında, iki sınır arasında sıkıştırılma, hiçbir hak tanınmadan yoğun emek sömürüsü, işyerlerinde iş cinayetlerine kurban gitme ile ırkçı şiddet ve cinayetin kurbanı olma gibi sayısız hak ihlali ve acı yaşadılar.
Ardından bu sene mart ayında, Hükümet’in Avrupa’ya sınır geçişlerine müsaade edileceğini duyurması sonrasında çok sayıda göçmen ve mülteci daha iyi bir yaşam kurma hayaliyle Avrupa sınırlarına yöneldi. Sınır kapılarında yığılmış çocuk, kadın, yaşlı, engelli ve hasta binlerce mültecinin içecek su, süt, yiyecek, mama ve bebek bezi dahi bulamadığı, yağmur ve kış soğuğuna rağmen geceyi dışarıda geçirmek zorunda kaldığı, sağlık hizmeti alamadığı için hastalıkların baş gösterdiği, sınıra yaklaşanların tazyikli su, gaz bombası, darp ve işkence ile durdurulduğu; yine botlarla yola çıkan çok sayıda mültecinin Avrupa sınırına varamadan durdurulup ölüme terk edildiği çeşitli insan hakları örgütlerinin raporlarında yer aldı. Hatta sınırda vurularak öldürülen göçmenlerin haberleri de basın yayın organlarında yer buldu.
Ardından gelen COVID-19 salgınının ülkede yaygınlaşması ile de milyonlarca göçmen ve mülteci, yeterli sağlık hizmetlerine ve hijyen koşullarına ulaşamadan, salgına karşı korumasız ve kendi kaderleriyle baş başa bırakıldılar.
Gerek siyasetçilerin söylemlerinde gerek basın yayın organlarında ve gerekse de sosyal medyada her gün çeşitli örneklerini gördüğümüz ırkçı, yabancı düşmanı dilin ve sığınmacıları herhangi bir yasal güvencesi olmayan kırılgan statülere hapsetme politikalarının yaralanmalarla ve hatta ölümle sonuçlanan ağır sonuçlarına tanıklık ediyoruz.
Bugün halen daha Türkiye, kendisine sığınan kişilere mülteci statüsü tanımamaktadır. Türkiye’ye, Suriye’den gelen göçün başından beri Hükümet, Suriyelilere hakları olan bir sığınmacı gibi davranmak yerine, onları bir pazarlık kozu olarak görmüştür. Suriyelilere bir yandan “geçici koruma” adı altında Hükümet’in icat ettiği bir statü verilip, mültecilik statüsü verilmezken, temel hakları da Hükümet’in insafına bırakılmış oldu. Avrupa ülkeleri ise göçmenlerin kendi ülkelerine gelmesini engellemenin karşılığında tüm bu uygulamalara göz yumdu. Türkiye Hükümeti-AB ile pazarlıklarda çeşitli imtiyazlar için Türkiye’deki mültecileri ve göçmenleri koz olarak kullandı. İnsan hayatının bir pazarlık aracı haline getirilmesinin sonucu olan AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması, kirli bir anlaşmadır. Avrupa Birliği ülkeleri de kendi sorumluluklarından bu kirli anlaşma ile kaçınmaktadırlar.
Bugün Türkiye’de yaşayan göçmen ve mülteci işçiler, bir yandan yasal statü olarak güvencesizliğe ve korkuya mahkûm edilirken, diğer yandan ise çalışırken en temel haklarından faydalanamamaktadırlar. Adı çalışma izni olan ancak esasında tüm hakların işverene ait olduğu adeta bir çalış’tır’ma izni olan yasal prosedür nedeniyle, milyonlarca mülteci ve göçmen kayıtsız ve herhangi bir hakkı olmadan çalışmaktadır. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 2019 yılında yaptığı bir açıklamada Türkiye’de 65 bin Suriyelinin çalışma izni olduğunu belirtmektedir. 3,6 milyon kişinin geçici koruma kapsamında bulunduğu düşünülürse, Türkiye’deki sığınmacıların çok büyük bir bölümü herhangi bir yasal güvencesi veya hakkı olmadan çalışmaktadır. Bu güvencesiz yasal statü nedeniyle, yasal bir hak olan asgari ücreti dahi alamamaktadırlar; bir sendikaya üye olamamakta, yani temel bir insan hakkı olan örgütlenme hakkından mahrum bırakılmaktadırlar. Göçmen kadın işçiler, çalıştıkları işyerlerinde sıklıkla tacize maruz kalmakta, ancak bir yasal yaptırıma uğrama veya sınır dışı edilme korkusuyla tacizciyi şikâyet dahi edememektedirler.
Birçok mülteci işçi, çalıştıkları işlerin ardından ücretlerini alamamakta ama benzer kaygılarla hiçbir şikâyette bulunamamaktadır. Ücret gerektiren bir işte çalıştırılıp hem de ücret verilmemesi, bırakın Türkiye Cumhuriyeti’nin yasal düzenlemelerini, Anayasa’da belirtilen angarya yasağına aykırıdır. Ancak Hükümet, hem Türkiye yasalarını, hem uluslararası temel insan hakları sözleşmelerini, hem de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı ihlal eden bu uygulamalara karşı, bugüne kadar herhangi bir önlem almamıştır. Türkiye’de bulunan göçmen işçilerin, Türkiyeli işçilerle aynı koşullarda ve beraberce örgütlenebilerek çalışması için gerekli önlemler acilen alınmalıdır.
DİSK, Türkiye işçi sınıfının baskılara karşı sığınağı, zulme ve sömürüye karşı mücadele örgütüdür ve Türkiye işçi sınıfı, bu ülkede yaşayan, kökeni, dili, dini, etnik kökeni, geldiği yer ne olursa olsun, tüm işçilerden oluşur. DİSK’in demokratik, sınıf ve kitle sendikacılığı çizgisi ve kurucu ilkeleri de bize bunu emreder. Konfederasyonumuzun 16. Genel Kurulu’nda alınan “Göçmen İşçilerin Örgütlenmesi ve Göçmen İşçilere Karşı Yapılan Ayrımcılıkla Mücadele” başlıklı karar da bu görevi bizim önümüze koymaktadır.
DİSK, ülkemizdeki göçmen ve mültecilere yönelik ırkçı ve ayrımcı bakış açısı karşısında durarak, Türkiye işçi sınıfının bir parçası olan bu işçilerin güvencesiz ve ucuz işgücü olarak görülmesi karşısında sendikal ve sosyal güvenlik haklarının sağlanmasını savunmaya devam edecektir.