Image Map

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun Eskişehir’de 21. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Kongresi’nde yaptığı konuşma

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, 21 Ekim 2022 Cuma günü (bugün) Eskişehir’de, Anadolu Üniversitesi’nin düzenlediği 21. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Kongresi’nde, “Cumhuriyetimizin 100. Yılı Eşiğinde Çalışma İlişkileri” oturumunda konuştu.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun Eskişehir’de 21. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Kongresi’nde yaptığı konuşma:

Anadolu Üniversitesi’nin değerli öğretim üyeleri ve yöneticileri,

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümlerimizin değerli öğretim üyeleri,

Sevgili öğrenciler,

Hepinizi Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu adına saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Bir çalışma ekonomisi kongresine başlıyoruz. Burada emeğin sorunları konuşulacak. Kongre ülkemizin büyük bir acıyı yaşadığı günlerde yapılıyor. Bartın-Amasra’da 14 Ekim günü yaşanan maden faciasında kaybettiğimiz, birçoğu 20’li yaşlardaki 41 maden işçisini saygıyla anarak sözlerime başlamak istiyorum. Dünyada kökü neredeyse kazınan maden facialarının ülkemizde sık sık yaşanması üzerinde çok ciddi durmak gerekir. İş cinayetlerini, madencilerin kitlesel ölümlerini sıradanlaştıran, normalleştiren hiçbir yaklaşımı kabul etmiyoruz. Kader söylemiyle iş cinayetlerinin üstünün örtülemeyeceğini düşünüyoruz.

Sizlerin 2008’de Tuzla’daki iş cinayetleri ve 2014 yılında Soma faciası ardından yayımlamış olduğunuz ortak açıklamada da vurguladığınız cümleleri burada paylaşmak istiyorum: “Unutulmamalıdır ki, uygun iş sağlığı ve güvenliği önlemleri alındığı takdirde iş kazası ve meslek hastalıkları önlenebilecektir. Yapılan hiçbir işin kaderinde ölüm olmadığı gibi, çalışırken yaşamını kaybetme riski ile karşı karşıya bırakılan insanların yaşama hakları ellerinden alınmaktadır.” Bilim dünyası olarak Tuzla’daki iş cinayetleri ve Soma katliamı ardından söylenmesi gerekeni söylediniz ama maalesef yapılması gerekenler yapılmadığı için iş cinayetleri devam ediyor.

Değerli katılımcılar, değerli hocalarım, sevgili öğrenciler

Bu yıl “Cumhuriyetimizin 100. Yılı Eşiğinde Çalışma İlişkileri” gibi anlamlı bir başlık altında düzenlenen 21. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Kongresi’ni hazırlayan, kongrede bildiri sunan ve katkı veren tüm hocalarımıza çok teşekkür ediyorum.

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümleri ile sendikal hareket arasında köklü tarihsel bağlar var. İnsani ve bilimsel kökleri 1930’lara kadar uzanan Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümleri ülkemizde sendikacılığın gelişiminde ve sendikal hakların kazanılmasında çok önemli bir rol oynadı.

Cumhuriyetimizin 100. Yılı Eşiğinde Çalışma İlişkilerini konuşmak aynı zamanda Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümlerinin tarihini de konuşmak anlamına geliyor. Bu salondaki katılımcıların çok iyi bildiği bu tarih, aynı zamanda Türkiye’de sosyal politikanın tarihidir.

1930’lu yıllarda Nazi rejiminden kaçarak Türkiye’ye gelen Gerhard Kessler hocanın başlattığı sosyal siyaset geleneği 1940’lı ve 1950’li yıllarda sendikal haklara ilişkin bilincin yerleşmesinde büyük rol oynadı. Toplu pazarlık ve grev hakkının savunulmasında İstanbul Üniversitesi’nde sosyal politika geleneğinin oluşturulmasında büyük emeği olan Orhan Tuna hocanın katkıları unutulmaz. Ankara Siyasal’da sosyal politika geleneğinin oluşmasında büyük emeği olan Cahit Talas Hoca 1950’lerin başında 98 sayılı ILO sözleşmesinin onaylanmasında rol oynarken, 1961’de Çalışma Bakanı iken Avrupa Sosyal Şartı’nı imzaladı. Sosyal siyaset bölümleri 1950’lerde grevin yasak olduğu dönemlerde işçilere, sendikacılara grev hakkının önemini anlattılar.

Türkiye’nin sosyal politika ve çalışma ilişkileri tarihi bölümlerinizin katkılarıyla şekillendi. Ancak gerek sosyal politika ve gerekse çalışma ekonomisi bölümlerinin cumhuriyet tarihi boyunca yaşadıkları zorlukları da unutmamak lazım.

Profesör Orhan Tuna sırf işçi haklarını savunduğu için 1950’li yıllarda siyasal iktidardan baskı gördü. Cahit Talas 12 Mart baskı döneminde gözaltına alındı. 12 Eylül darbesinden sonra sosyal siyaset/sosyal politika bölümlerinin adı dahi değiştirildi. Siyasetle kopmaz bağları olan bu bilim dalının adından “siyaset” çıkarıldı.

DİSK olarak kuruluşumuzdan bu yana sosyal politika ve çalışma ekonomisi alanından beslendik ve bu alanda çalışan hocalarımızın katkılarıyla politikalar geliştirdik. Sosyal politikacı hocalarımızdan büyük destek gördük, emeğin ve emekçinin yanında bilim üreten siz değerli hocalarımıza teşekkür borçluyuz.

Bu hocalarımızdan birini anmak istiyorum. DİSK’in ve sendikal hareketin çalışmalarına emek veren ve geçen yıl Nisan ayında çok erken yaşta yitirdiğimiz Bursa Uludağ Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Pir Ali Kaya’yı sevgi ve saygıyla anıyorum.

Bu vesileyle bir de üzüntümü paylaşmak isterim. Bildiğiniz gibi çalışmalarıyla her zaman emeğin yanında yer alan başta çalışma ekonomisinin duayen hocası Profesör Kuvvet Lordoğlu olmak üzere birçok değerli hocamız 6 yıl önce hukuksuz biçimde üniversiteden uzaklaştırıldı. Ülkemizin en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararına rağmen, ceza mahkemelerinde beraat etmelerine rağmen görevlerine maalesef döndürülmediler. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan akademik tasfiyelerin bilimi çoraklaştırdığını biliyoruz. Diliyorum ve umuyorum ki kısa zamanda yargı kararlarının gereği yerine getirilir ve sosyal politika bilimine ve emek hareketine büyük katkıları olan hocalarımız görevlerinin başına dönerek bu etkinliklerde yerlerini alırlar.

Değerli katılımcılar,

Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya hazırlandığımız günlerde çalışma ilişkileri alanındaki resmin iç açıcı olmadığını biliyoruz.

Cumhuriyetin temelinde egemenliğin kaynağının halka ait olduğu fikri yatar. Bu anlamda cumhuriyet büyük bir toplumsal devrim ve dönüşümdür. Cumhuriyetin kurucu kadroları daha kurtuluş savaşı günlerinden başlayarak bireysel işçi hakları için koruyucu adımlar attılar. 1921 Ereğli Kanunu ile başlayan bireysel işçi hakları konusundaki bu adımlar, 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanunu ve 1936 tarihli İş Kanunu ile devam etti. Umumi Hıfzısıhha Kanunu hükümleri 90 yıl sonra pandemiyle mücadelede bile kullanıldı. 1936 İş Kanunu ile getirilen pek çok bireysel işçi hakkı, asgari ücret, sosyal sigortalar ve kıdem tazminatı bugün bile iş hukukumuzun temel direkleri durumundadır.

Ancak erken cumhuriyet döneminin işçileri bireysel olarak koruyucu düzenlemelerine maalesef sendikal haklar ile toplu işçi hakları eşlik etmedi. Bir yandan sanayileşmenin gecikmesi ve işçi sınıfının nicel zayıflığı öte yandan dönemin otoriter eğilimleri nedeniyle sendikal haklar 1961 yılına kadar kurumsallaşamadı. Bireysel işçi haklarına kuruluşundan itibaren önem veren cumhuriyetin, sendikal hakları güvence altına alması oldukça gecikmeli oldu.

Ülkemiz tarihinin en kapsamlı ve gelişkin sendikal hakları 1961 Anayasası ile mümkün oldu. Bir yandan benimsenen sosyal devlet ilkesi öte yandan sendikal hakların ilk kez anayasa hükmü olmasıyla cumhuriyet tarihinde çalışma ilişkileri açısından en köklü dönüşüm yaşandı. Takip eden 20 yıl boyunca çalışma ilişkileri kurumsallaştı, demokratikleşti, sendikalar güçlendi ve bunun sonucu olarak bölüşüm ilişkileri düzeldi. Tarih sahnesine çıkan işçi sınıfı sendikal hakları bir bütün olarak kullanmaya başladı. Ücretli sayısı arttı, tarımdan sanayiye, kırdan kente büyük bir dönüşüm yaşandı.

1961 Anayasası gerek bütün çalışanlara sendika hakkını tanımasıyla, gerekse toplu sözleşme ve grev hakkına anayasal bir statü tanımasıyla sosyal hukuk devletinin temelini attı. Konfederasyonumuz bir yandan sanayi işçisinin büyüdüğü öte yandan sendikal hakların güvence altına alındığı 1960’ların ortalarında doğdu. 1960 ve 1970’li yıllar, yükselen toplumsal hareketlere ve emeğin gücünün artışına işaret ediyor.

Ancak cumhuriyetin emek açısından bir yükseliş anlamına gelen dönemi 1980’de büyük bir darbe ile kesintiye uğradı. Cumhuriyetin hukuksal ve iktisadi kazanımları yanında sosyal ve sendikal kazanımları da büyük bir saldırı ile yüz yüze kaldı.

24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan neoliberal iktisadi saldırı 12 Eylül askeri darbesi ile tamamlandı. 1980 yılı cumhuriyet tarihinin o güne kadarki en yaygın işçi eylemlerine, iş uyuşmazlıklarına sahne oldu. 80 bine yakın işçi greve çıkarken grevlerde 5 milyon işgününden fazlası geçti. Bunun anlamı aslında 24 Ocak kararlarıyla başlatılan neoliberal saldırıya karşı örgülü emeğin direnişiydi. Neoliberal karşı devrimin parlamenter sistem içinde olanaklı olmadığını düşünmüş olmalılar ki 12 Eylül askeri darbesi ile askeri bir diktatörlük kurdular. Bugün unutulmuş olsa bile hatırlatmak lazım. Dönemin önde gelen bütün işveren örgütleri 12 Eylül askeri darbesini desteklediler. Hatta dönemin önde gelen işverenleri açıkça “12 Eylül olmasaydı 24 Ocak kararları uygulanamazdı” bile dediler.  Bu sözler arşivlerde duruyor.

12 Eylül ile başlayan ve etkileri günümüzde de devam eden bu dönem, cumhuriyet tarihinin çalışma ilişkileri ve sosyal politika açısından en zor dönemlerinden biridir. Bu dönem adeta emeğe karşı bir sermaye darbesi niteliğindedir. 12 Eylül’de henüz 13 yıllık bir konfederasyon olan DİSK’in faaliyetleri durduruldu. Yöneticileri ve kadroları tutuklandı, işkence gördü, 52 yöneticisi idamla yargılandı ve yıllarca hapis yattı. DİSK’in mal varlığına el kondu ve 13 yıllık bir konfederasyon olan DİSK, 12 Eylül’ün ardından 12 yıl boyunca kapısına kilit vurulmuş olarak kaldı.

12 Eylül toplu pazarlık ve grev hakkını da askıya aldı. Dikensiz bir gül bahçesi yaratıldı. Toplu sözleşmeler 4 yıl boyunca bir zorunlu tahkim kurumu olan Yüksek Hakem Kurulu’nca bağıtlandı ve 1960 ile 1970’li yıllarda sağlanan haklar toplu iş sözleşmelerinden çıkarıldı. Ekonominin dümenine eski bir işveren örgütü başkanı olan Turgut Özal getirildi ve neoliberalizm, kamunun tasfiyesi, özelleştirmeler ve sendikal hakların budanmasıyla tek tek hayata geçirilmeye başlandı.

Çalışma ilişkilerinde karşı devrimin kurumsallaşması 1982 Anayasası ve 2821 ve 2822 sayılı yasalarla sağlandı. 1982 Anayasası, adını açık koymak lazım, bir TİSK Anayasası olarak hazırlandı. Anayasa’nın sosyal ve ekonomik haklar ile sendikal haklara ilişkin hükümleri TİSK’in Nisan 1982 tarihli raporunun adeta tekrarıdır. Anayasa, TİSK’in istemleriyle hazırlanmış ve askeri cunta yönetimi de bunları Anayasa hükmü haline getirmiştir.

Sendikal faaliyete ilişkin ağır yasaklar, yüzde 10’luk işkolu barajı, tek tip işkolu sendikacılığı, grev yasakları ve ertelemeleri, zorunlu tahkim, Yüksek Hakem Kurulu (YHK) ve lokavt Anayasa’ya kondu. 1982 Anayasası’yla çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı yasalarla sendikalar adeta cendereye alındı. Sendikaların örgütlenmesi, yetki alması ve toplu iş sözleşmesi bağıtlaması zorlaştırıldı. Yaklaşık 30 yıl yürürlükte kalan bu yasalar Türkiye’de işçi sendikacılığının dibe vurmasına yol açtı. 1980’de yüzde 40’lar düzeyinde tahmin edilen sendikalaşma oranı hızla düşmeye başladı ve günümüzde yüzde 10’lar mertebesine indi.

Tabloda da gördüğünüz gibi 12 Eylül’den 40 küsur yıl sonra sendikalaşmanın manzarası budur. Temmuz 2022 itibarıyla Türkiye’de resmi sendikalaşma oranı yüzde 14,3’tür. Bu haliyle Türkiye, sendikalaşma açısından OECD ülkeleri arasında son sıralarda yer almaktadır. Kayıtdışı işçilerin de eklenmesiyle hesaplanan fiili sendikalaşma oranı ise yüzde 13 dolayındadır. Başka bir deyişle Temmuz 2022’de Türkiye’deki 16 milyona yakın işçinin yalnızca 2,3 milyonu sendikalaşabilmiştir.

Öte yandan sendikalaşma oranları, sendikal korumadan yararlananların oranını ortaya koymak için yetersizdir. Sendikaların en önemli işlevlerinden biri toplu iş sözleşmeleri yoluyla üyelerinin hak ve çıkarlarını korumaktır. Bu noktada toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilerin sayısı ve oranı önem taşımaktadır. TİS kapsamı bu nedenle sendikalaşma oranı kadar önemlidir. Türkiye’de TİS kapsamına bakıldığında oranlar daha da gerilemektedir. TİS kapsamındaki işçi sayısı yalnızca 1 milyon 573 bindir. Tüm işçiler arasında TİS kapsama oranı yüzde 9,5’tir.

Özel sektör işçilerinde TİS’ten yararlanma daha da vahim durumdadır. 2021’de TİS kapsamında olan özel sektör işçilerinin sayısı 842 bin civarındadır. Toplam özel sektör işçi sayısının 15 milyon 260 bin olduğu düşünüldüğünde özel sektörde TİS kapsama oranı yüzde 5,5’e kadar gerilemektedir. Böylece her 100 özel sektör işçisinin yalnızca 5 ila 6’sı toplu iş sözleşmesi kapsamında yer almaktadır.

Sendikalaşma verilerinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği sürmektedir. Ocak 2022 itibarıyla kadınlar toplam işçilerin yüzde 32,9’unu oluştururken, kadın sendika üyeleri toplam sendika üyelerinin yüzde 21,8’ini oluşturmaktadır. Toplam işçilerin yüzde 67,1’inin erkek olmasına karşılık toplam sendika üyelerinin yüzde 78,2’sini erkekler oluşturmaktadır. Böylece hem toplamda hem de her cinsiyetin kendi içindeki sendikalaşma oranı açısından kadınlar erkeklere göre daha az sendikalaşmaktadır.

Grev eğilimi, sendikal haklardan yararlanabilmenin bir başka göstergesidir. 1960’larda anayasal güvenceye kavuşan grev hakkı bugün kâğıt üzerindedir. 2000’li yıllarda, AKP Hükümeti döneminde grev eğilimi ciddi biçimde zayıfladı. 1984-2002 döneminde yıllık ortalama greve çıkan işçi sayısı 40 bin 823 iken, bu sayı 2002-2020 döneminde 4 bin 828’e geriledi. Benzer bir şekilde grevde geçen işgünü sayısı da geriledi. 1984-2002 döneminde yıllık ortalama grevde geçen işgünü sayısı 1 milyon 208 bin iken, 2003-2020 arasında bu sayı 199 bine düştü.

Tabloda da gördüğünüz gibi grev eğilimi 12 Eylül sonrasında giderek azaldı ve AKP’li yıllarda dibe vurdu. AKP döneminde yaygın bir araç olarak kullanılan grev ertelemelerinin, grev eğiliminin azalmasında önemli bir rol oynadığını söylemek mümkündür. Grev ertelemeleri adeta bir grev yasağına dönüştü. Grev ertelemelerinin büyük bir kısmı “milli güvenlik” gerekçesiyle yapıldı. 2003 yılından itibaren ise grev ertelemeleri (yasaklamaları) kapsamındaki 194 bin işçinin grevi yasaklandı. Aynı dönemde grev hakkını kullanabilen işçi sayısı ise 80 bin civarındadır. Anayasa’nın 54. maddesi grev hakkını güvence altına alsa da ülkemizde grev hakkı artık sayın Cumhurbaşkanı’nın iki dudağı arasındadır. Cumhurbaşkanı’nın uygun bulmadığı her grev ertelenebilir. Danıştay da artık grev ertelemelerinde bir noter gibi çalıştığı için işyerlerine grevlerde asılan “bu işyerinde grev vardır” ifadesini “Bu ülke de grev hakkı yoktur” şeklinde değiştirebiliriz.

Cumhuriyetin 100 yılında yaşadığımız bu tablo vahimdir. Erken cumhuriyet döneminin “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” sloganını bugün haklı olarak eleştiriyoruz. Ancak bugün yaşadığımız tablo da “grevsiz sendikasız kaynaşmış bir kitleyiz” tablosudur. 12 Eylül ile yaratılan bu tablo aradan geçen 40 küsur yıla rağmen değişmedi. Tersine güçlendi.

Kuşkusuz çalışma ilişkilerindeki bu büyük erozyonun bedeli, bölüşüm ilişkilerinin işçi sınıfı aleyhine derinleşmesi oldu.

12 Eylül sonrasında ücretler reel olarak düştü ve gelir dağılımı bozuldu. Bu eğilim günümüzde de devam ediyor. 1978’lerde yüzde 35 civarında tahmin edilen mili gelir içinde ücretlerin payı 1980’lerin ortalarında yüzde 20’lere geriledi. Son yıllarda yaşanan bölüşüm şokuna baktığımızda 12 Eylül dönemine benzer bir yoksullaşma yaşandığı görülüyor.

12 Eylül öncesinde, 1978’de asgari ücretin kişi başına gayri safi yurt içi hasılaya oranı yüzde 103’tür. Bir diğer ifadeyle yıllık asgari ücret kişi başına GSYH’den büyüktü. 12 Eylül’ü takiben bu pay yüzde 55’e düştü. Günümüzde bu pay yüzde 35-40 bandında seyrediyor. Asgari ücrette yüksek artışlar yaşanıyor iddiasına buradan bakmak lazım.  Asgari göreli alım gücü büyük bir erozyona uğramıştır. Ülke büyümüş, zenginleşmiş ama bölüşüm kötüleşmiştir.

Örgütlenme özgürlüğü ve sendikal haklardan yararlanmanın önündeki engeller ise varolan bölüşüm ilişkilerinin daha da kötüleşmesine yol açıyor. Türkiye’de 2022 itibarıyla 30,8 milyon kişilik istihdamın 21,6 milyonu (yüzde 70,2’si) ücretlilerden, işçilerden oluşuyor. Ülkenin çoğunluğunu oluşturan işçiler, üreterek bu ülkeyi büyütüyorlar ancak ülkenin büyümesinden paylarına düşeni alamıyorlar.

Halihazırda varolan sınıfsal eşitsizlik, Covid-19 salgınının işçilerin iş ve gelirlerinde yarattığı tahribatın ve ardından yaşanan yüksek enflasyon ile daha da derinleşti. TÜİK verilerine göre, 2022 2. çeyrekte Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYH) yüzde 7,6 artarken işçilerin büyümeden aldığı pay yüzde 25,4’te kaldı. Buna karşılık sermayenin milli gelirden aldığı pay ise yüzde 54’e yükseldi. Böylece 2019 2. çeyrekte yüzde 44,9 olan sermayenin milli gelirden aldığı pay 8,1 puan büyürken 2019 2. çeyrekte yüzde 36,8 olan emekçilerin milli gelirden aldığı pay 12,4 puan azaldı. Var olan gelir dağılımı eşitsizliği daha da kötü bir hal aldı. Adeta bir bölüşüm şokuna yol açtı.

Sözlerimi tamamlarken yüzyıllık cumhuriyet tarihini özetleyen bir karşılaştırma yapmak istiyorum. 1936 İş Kanunu ile asgari ücret yasalaştı. Asgari ücret sosyal politika açısından bir alt sınırdır. İşgücü piyasalarında daha düşük ücret ödenmesini engellemek amacıyla getirilen önemli bir kamusal korumadır, sosyal politikanın en önemli unsurlarından biridir. Ancak 90 yıl önce İş Kanunu ile asgari ücret düzenlemesini getirenler bir gün ülkenin bir asgari ücretliler cumhuriyetine dönüşeceğini düşünmemiştir.

Oysa cumhuriyetin 100 yılında bir asgari ücretliler cumhuriyeti ile karşı karşıyayız. AKP döneminde izlenen ücret politikaları ile adeta bir asgari ücret tuzağı yaratıldı ve ücretli çalışanların yaklaşık yarısı asgari ücretli haline geldi.

Avrupa ülkelerinde yüzde 5’in altında olan asgari ücretle çalışanların oranının cumhuriyetin 100. yılında ülkemizde yüzde 50 civarında olması maalesef sosyal bir cumhuriyetten oldukça uzak olduğumuzu gösteriyor.

Son olarak kısaca cumhuriyetin 100 yılına girerken ikinci yüzyıl yaklaşımımızdan söz etmek isterim.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ihtiyacımız birinci yüzyılda gerçekleşmeyen, eksik kalan emeğin Türkiye’sidir, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir.

DİSK olarak Cumhuriyet’i yaşatmanın zorunlu ve mümkün yolunu “Demokratik ve Sosyal Bir Cumhuriyet ve Emeğin Türkiye’si” olarak görüyoruz.

İkinci yüzyılda cumhuriyetin temelini oluşturan halk egemenliğinin sağlanması için örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engeller; örgütlenmenin ve demokratik hak arayışının önündeki her türlü baraj, baskı, fiili ve hukuki engeller kaldırılmalıdır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında toplumsal zenginliğe el koyan yüzde 1’in değil toplumun yararını esas alan kamucu ekonomi politikaları hâkim olmalıdır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında insan onuruna yaraşır, güvenceli bir iş, kamusal sosyal güvenlik ve sağlık esas olmalıdır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında çıkarcılık, rekabet, ayrımcılık ve dışlanmaya karşı dayanışma gelişmelidir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında çok sesliliği, çoğulculuğu, toplumsal cinsiyet eşitliğini, yurtta, bölgede ve dünyada barış politikasını benimseyen demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti egemen olmalıdır.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratik, laik bir sosyal hukuk devleti ilkesine dayalı yeni bir anayasa olmalıdır.

Hepinizi, sosyal politika camiasını, Cumhuriyetimizin 2. yüzyılında insan haklarına dayalı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti özlemi ve inancı ile selamlıyorum, çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri bölümlerine emeğin hakları ve hukuku için bilim üretmeye devam etmesini diliyorum.

ITUC ETUC