Genel Başkanımızın L20 Konferansında “Sendikalar ve Kriz” başlıklı konuşması
Arjantin’deki L20 (Labour 20/Emek 20) Konferansına katılan DİSK Genel Başkan Arzu Çerkezoğlu’nun 5 Eylül 2018’deki “Sendikalar ve Kriz” başlıklı oturumda yaptığı konuşmanın tam metni
Sevgili Yoldaşlar, öncelikle toplantının düzenlenmesinde emeği geçen herkese, ITUC’a, FES’e ve Arjantin sendikalarına teşekkür etmek istiyorum.
Arjantin denince pek çok kişinin aklına futbol, dans veya güzel yemekler geliyor olabilir. Ama bugünlerde benim zihnimde canlanan ilk şey Türk Lirasıyla Arjantin Pesosunun değer kaybetmekteki yarışı… Elbette basitçe finansal bir göstergeden söz etmiyorum. İşçi ücretlerindeki hızlı gerilemeyle sömürünün derinleşmesinden, uluslararası finans sermayesinin yağmasına sunulan toplumsal birikimimizin değersizleşmesinden ve bu krizle birlikte emeğin haklarını geriletmeyi hedefleyen yeni sermaye programlarının dayatılmasından söz ediyorum.
Arjantin ve Türkiye’nin siyasal tarihinde şaşırtıcı benzerlikler var. Diktatörlüğe, IMF’ye veya hükümet politikalarına karşı direnen Arjantinli işçiler Türkiye’deki işçi hareketine uzun yıllar ilham verdi. Bugün benzer bir ekonomik krizin eşiğindeyiz. Bu dönemde birbirimize yol göstereceğimize, dayanışma içinde olacağımıza inanıyorum.
Küresel finansal kriz, 15 Eylül itibariyle 10. yılını doldurmuş olacak. Kriz ilk olarak 2008-9’da ABD’de etkisini gösterdi. İkinci aşama, Avrupa’da 2010-2012 arasında yaşandı. Üçüncü aşama ise 2013 sonrasında ‘yükselen piyasa ekonomileri’ olarak kategorize edilen ülkelere yansıdı. Günümüzde, Türkiye ve Arjantin’de kriz boyutuna varan; Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Endonezya’da etkileri hızlanarak görülen ekonomik zorluklar, birbirinden bağımsız değil, küresel krizin yeni aşamasının parçaları. Ancak, 10. yılda ekonomi politikalarının doğrultusu, yani bizzat krizi yaratan politikalar değişmiş değil.
Neoliberal model 2007-2008 finansal kriziyle birlikte iflas bayrağını çektiğinde, bu modelin artık normal koşullarda sürdürülemez olduğunu, eşitsizliği ve yoksulluğu daha da derinleştirdiğini, bu model terk edilmezse dünyanın derin toplumsal çatışmalara ve savaşlara sürükleneceğini kapitalist karar vericiler dahil herkes biliyordu, tartışıyordu. Ne var ki sermaye iktidarlarının tercihi şaşırtıcı olmayan bir biçimde neoliberal modeli sürdürmekten yana oldu. Çünkü ne sermayenin yeni bir modeli var ne de işçi sınıfının örgütlülük düzeyi bu sermaye saldırganlığını engelleyebilecek düzeyde.
Sonuç olarak, 10 yıldır ekonomi politikalarının doğrultusu ‘daha fazla neoliberalizm’. Neoliberalizm, temelinde 1970’li yıllardaki krizi sermayenin karlılığını artırmak için uygulanan ekonomi politikalarının bütünü. Bu ise, emeğin toplumsal, siyasal ve sendikal gücünü kırmaya dayanıyor. Ve bu modelin sonucu olarak gerek küresel gerekse ulusal düzeyde gelir ve servet eşitsizliklerinin artıyor. Bir ülkedeki sendikalaşma oranı ile o ülkedeki gelir dağılımı adaleti arasında pozitif bir ilişki olduğu biliniyor. Sendikalaşma oranının hızla düştüğü ve emeğin milli gelirden altığı payın azaldığı bu dönemde gelir dağılımı adaleti daha da bozuldu.
Bu gerçekler ortada iken neoliberal modelde ısrar eden, “daha fazla neoliberalizm” diyen G-20 hükümetleri ve uluslararası kurumlar, eşitsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil sermaye çıkarlarını korumak için yönetmeyi hedefledikleri bu süreçte emekçiler nezdinde güvenilir bulunmamaktadır. Özetle, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde neoliberal kapitalist model, kendi çıkmazı içinde sorunlar üretmeye devam ediyor: Süregelen büyük durgunluk, artan borç baskısı, şiddetlenen sömürü, sosyal dışlanma ve tüm dünyayı tehdit eden şiddet. Sendikasızlaşma ve güvencesizleşme artarken işçi ücretleri hızla azalıyor. Enflasyon, kemer-sıkma politikaları ve işsizlik ülke ekonomileri üzerinde hayalet gibi dolaşıyor. Kapitalizmin bütün dünyayı kriz, çatışma ve savaş sarmalına sürüklediği bir dönemde Arjantin’de gerçekleşen toplantımızın, emeğin bu süreçteki taleplerini ortaya koymak için büyük bir fırsat olduğuna inanıyorum.
Krizin bugün Türkiye’deki yansıması tehlikeli bir döviz krizi olarak yaşanıyor. Döviz ile borçlanmaya dayalı sözde ekonomik mucize masalı son buluyor. Döviz kurlarındaki hızlı yükselme ve borçlanma maliyetlerinin artışı kısa sürede domino etkisi yaratarak ekonominin farklı alanlarına enflasyon, durgunluk, işsizlik ve yoksulluk olarak yansıyacak. Türk Lirası’nın uzun süredir devam eden ve son dönemde hızlanan değersizleşmesiyle beraber, Türkiyeli işçilerin emekleri de değersizleşiyor, ücretler ciddi ölçüde aşınıyor. Krizin işsizlik ve yoksulluk biçimlerinde bir toplumsal bunalıma dönüşmesi gündemdedir.
Bu krizi sadece Donald Trump yönetimindeki ABD ile Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye arasındaki kimi gerilimlerle açıklamak yetersiz olacaktır. Türkiye’nin bugünkü sorununun temelinde, ülkeyi yönetenlerin yıllar boyunca izledikleri neoliberal ekonomi politikaları bulunmaktadır.
Türkiye, başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin dayattığı sıcak ucuz dış kaynağa dayalı neoliberal kapitalizmin yarattığı kriz ile yüz yüzedir. Tamamen dış finansmana dayalı, üretimi değil borçlanmayı esas alan, üretime değil şirketlerin rantına ve özellikle inşaat sektörüne dayalı dışa bağımlı bir ekonomik model, dış kaynakların eskisi kadar ucuz ve sürekli olmamasıyla sarsıntı yaşamaktadır. Yabancı sermaye girişlerinin düşüp buna bağlı bir döviz krizi yaşanması ile birlikte AKP iktidarının ve yıllarca onu bir başarı öyküsü olarak sunanların yaydığı illüzyon son bulmuş, acı gerçek herkes açısından görünür hale gelmiştir.
Türkiye’yi yönetenlerin tercih ettiği “büyüme” stratejisi için uygun uluslararası ortamın sona ermesiyle, enflasyon, cari açık, dış borç ve işsizlik başta olmak üzere ülkenin tüm ekonomik verileri uzun süredir alarm vermektedir. Bu alarm çanlarını duymazdan gelen iktidar, tüm yetkilerin tek bir kişide toplandığı anayasa değişiklikleriyle tüm sorunların çözüleceğini vaat etmiştir.
Vaat edilenin aksine Türkiye’deki rejim değişikliği, başkanlık rejimine geçiş, krizi yatıştırmamış, aksine derinleştirmiştir. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek bir kişide toplandığı; hukukun yerini keyfiyetin aldığı; denetimi pranga, demokratik katılım mekanizmalarının işletilmesini vakit kaybı olarak gören yeni rejim, ülkemizi Erdoğan’ın iddialarının aksine güçlendirmemiş zayıflatmıştır. Bugün dünyadaki tüm güçler, tek bir kişinin bir biçimde “ikna” edilmesiyle, Türkiye’ye istediklerini dayatabileceklerinin farkındadır.
Krize karşı sunulan çözümleri de büyük oranda bu dayatmalar belirleyecektir. “Alacaklıları” yani uluslararası finansal sermayeyi kurtarmayı temel alarak, faturayı işçilere, emeklilere, dar gelirlilere kesecek bir anlayış Türkiye’yi yönetmektedir. “Yapısal reform” adı altında sunulan IMF veya hükümet programlarına; ücretleri geriletmeyi, güvencesiz çalıştırmayı, daha fazla özelleştirmeyi, kamu hizmetlerini ticarileştirmeyi, pahalılaştırmayı, bankaları kurtarırken işçi sınıfı üzerindeki vergi yükünü artırmayı öngören bir saldırı programına karşı direnmek şarttır.
Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Türkiye’nin ekonomik gelişmesi diye dışarıya sunulan şey işçi sınıfı için bir cehennem yaratmıştır. Uluslararası sermaye için ülkemizi cazip hale getirme adına, grev yasaklarıyla, sendikalaşma önündeki engellerle, güvencesiz istihdamla, iş cinayetleriyle, kuralsızlığın kural haline gelmesiyle, düşük ücretlerle, uzun çalışma saatleriyle işçi sınıfı büyük bedeller ödemiştir. Bunun sonucunda Türkiye, ITUC Küresel Haklar Endeksi’nde dünyada işçi haklarının en kötü olduğu 10 ülke arasına girmiştir.
Bedel ödeyen sadece işçi sınıf değil. Şirketlerin büyük vurgunlarının bedelleri arasında yağmalanan doğa ve yok edilen tarihsel miras da vardır.
Düşük ücretler nedeniyle ancak borçla yaşayabilen ve banka kredilerine bağımlı bir işçi sınıfı, Türkiye’yi yönetenlerin uluslararası finans kapitale en büyük hediyesidir. Türkiye’nin emperyalizme, uluslararası finans kapitale bağımlılığına son verecek tek güç bu bağımlılıktan hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfıdır.
Biz DİSK olarak krizin faturasının işçi sınıfına ve yüzde 99’a kesilmemesi için, diğer tüm emek güçleriyle beraber mücadeleyi yükselteceğiz.
En acil talep olarak, başta asgari ücret olmak yüksek enflasyon karşısında eriyen ücretlerin, özellikle de taşeron işçilerin iki yıl için sabitlenen ücretlerinin acilen arttırılmasını istiyoruz.
Özelleştirme ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi politikaları sonucu işçi sınıfı açısından lüks haline getirilen eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, elektrik, su, doğalgaz, internet gibi temel sosyal hizmetlerin asgari ihtiyaç ölçüsünde ücretsiz sağlanmasını istiyoruz.
Toplu işten çıkarmaların yasaklanmasını istiyoruz. Krizin yaratabileceği işsizlik riskine karşı kamu istihdamı artırılmalıdır.
Çok kazanandan çok vergi alınan, asıl olarak karın ve faizin vergilendirilmesine dayanan bir vergi sistemi kurulmasını istiyoruz.
Türkiye küresel ekonomiden pay kapmaya çalışırken içeride milliyetçi söylemler kullanan ahbap-çavuş kapitalizmine dayalı modelden kurtulmalıdır.
Türkiye’nin en büyük şirketlerinin, en zengin ailelerinin, partili patronların vergi borçlarını silen kararların iptal edilmesini istiyoruz. Devlet idaresindeki lüks ve gösteriş harcamalarını itibar olarak sunan savurganlığın son bulmasını istiyoruz.
Bağımsızlığını tamamen yitiren yargı ve kamuda liyakata dayalı olmayan atamalar ekonomik krizi daha da derinleştirmektedir. Devleti tek bir partinin devleti haline getiren bu uygulamalara son verilmelidir.
Türkiye borçlu bir ülkedir ama bu borç işçi sınıfının borcu değildir. Aksine işçi sınıfı alacaklıdır. Bir borç krizi olarak karşımıza çıkan ekonomik krizin, işsizlik ve yoksullaşma olarak işçi sınıfına fatura edilmesine izin vermeyeceğiz! Borç yüzde 1’in borcudur. Yüzde 99 olarak bu borcu ödemeyeceğiz.
Nüfusun dörtte üçünün ücretleriyle geçindiği ülkemizde, nüfusun küçük bir azınlığını ve “alacaklıları” kurtarmayı hedefleyen programları elbette kabul etmeyeceğiz.
Sermaye ve onun siyasal temsilcileri ile aynı gemide olmadığımızı biliyoruz. Onların krizden çıkış reçetesi sömürünün ve yağmanın derinleşmesi, işsizlik, yoksulluk, savaş ve tek adam iktidarlarıdır. Ülkemizin krizden çıkışını temsil eden ise işçi sınıfının krizden çıkış reçetesidir. Bizim krizden çıkış reçetemiz katılımcı demokrasiden, barıştan, işçi haklarını güçlendirmekten ve üretken yatırımlara dayalı bir büyüme stratejisinin kurgulanmasından geçmektedir.
Arjantin’de, Türkiye’de ya da dünyanın bir başka coğrafyasında işçi sınıfının bu sermaye saldırganlığı karşısında elde edeceği bir kazanım sistemin krizine emekçi halkların çıkarları doğrultusunda bir müdahale olacak, diğer dünya halkalarına ilham verecek, bugün dünya işçileri olarak hep beraber yükseltmemiz gereken enternasyonalizm bayrağı bir işaret fişeği olarak yeniden yükselecektir.
Bugün IMF’li IMF’siz sermaye programları ile işçi sınıfına karşı yeni bir saldırı dalgası başlatmak isteyenlere karşı emekçiler de kendi siyasal tercihlerini, hedeflerini ve alternatiflerini yaratmalıdır ve yaratacaktır.
İşte bu bilinçle, önümüzdeki günlerde bize Arjantin ve IMF arasındaki anlaşmayı örnek gösteren ‘condor’lara biz de Arjantinli işçileri, yoksulları, boş tencere eylemlerini işaret edeceğiz, grev çadırlarında ve Taksim Meydanı’nda Latin Amerika şarkıları söyleyeceğiz.